Cerablus harekâtına ilişkin haber, yorum bombardımanı altındayız. Çok yakından izleyenler var. Yeni şeyler söylemek iddiasında olamam.
Bunun yerine, gelişmelere farklı perspektiflerden bakan dış kaynakları taramaya çalıştım. TSK’nin Suriye’ye girmesi sonrasında Türkiye-Suriye-dış dünya ilişkilerinin yeni baştan harmanlandığı anlaşılıyor. Olası üç senaryoya açılan üç yazıyı örnek alacağım.
SENARYO 1:
ANKARA-TAHRAN MOSKOVA KOALİSYONU
Avrasya dünyasını çok iyi bilen bir yazar, Pepe Escobar, RT (Russia Today) News sitesindeki 25 Ağustos tarihli yazısına “Ankara, Tahran, Moskova Koalisyonu” başlığını yakıştırmış.
Türkiye’de 15 Temmuz sonrasında bu senaryo tartışıldı; ama fazla itibar görmedi. Yine de Escobar’ın yorumlarını ciddiye almak gerekir. Yazıları, Asia Times (Hong Kong); Press TV (İran); RT (Rusya)’da yayımlanır; Çin ve Rusya siyasetini yakından, belki de “içeriden” izlemektedir. ABD-karşıtı, “Avrasyacı” eğilimli bir gazetecidir.
Escobar, yazısında bilinen olgulardan hareket ediyor. 15 Temmuz darbe girişimi öncesinde, sonrasında ABD-Türkiye ilişkilerindeki gerilime işaret ediyor. Rus istihbaratından Türkiye’ye, darbeye ilişkin bilgi akımı rivayetini destekliyor. Putin-Erdoğan buluşmasına ve İran Dışişleri bakanı Zarif ile Çavuşoğlu arasındaki iki aşamalı, çok daha uzun görüşmelere önem veriyor. Yıldırım’ın Esad’ın devrilmesi hedefinden uzaklaşmasını ve Rusya, İran, Türkiye arasında üniter bir Suriye üzerinde fikir birliğinin ifade edilmesini vurguluyor.
Yazıda, Rusya’nın Cerablus harekâtını, hem IŞİD tehdidine karşı çıktığı, hem de Rojava bölünmesine karşı üniter Suriye’yi savunduğu için desteklediği belirtiliyor. ABD’nin konumu ise, PYD etkeni nedeniyle sallantılıdır.
Escobar’a göre, Rusya yönetimi, Türkiye dış politikasındaki stratejik kaymanın Şanghay İşbirliği Örgütü aracılığıyla gerçekleşeceğini ummaktadır. Türkiye, şu anda bu örgütün “diyalog ortağı”dır. Bir adım ötede (“gözlemci” konumda) olan İran 2017’de tam üyeliğe geçecektir. Türkiye’nin İran’ı izlemesi, Orta Doğu’da ABD-Suudî-İsrail üçlüsünün stratejik önceliği olan Sünni-Şii bölünmesini frenleyecektir. Çin’in de artık Suriye barışına aktif katkı yapacağı belirlenmiştir. Escobar’a göre “Güney Batı Asya’daki bu jeopolitik dönüşümler kaçınılmaz olarak Avrasya bütünleşmesini güçlendirecektir."
Öte yandan yazara göre, Ankara-Tahran-Moskova yakınlaşmasının kalıcı bir ittifaka dönüşme olasılığı, Erdoğan’ın tutarsızlıkları nedeniyle zayıflamaktadır.
Yazar, elbette bilmektedir ki, Rusya, Türk uçaklarına Suriye’de uçuş serbestliği tanımamış olsaydı Cerablus harekâtı başlatılamazdı. Peki, bunun karşılığında Türkiye Rusya’ya ne verdi? İdlib-Halep cephesindeki cihatçıları besleyen Suudî-Katar-Türkiye ittifakından ayrılmak mı? Hatay sınırının cihatçılara kapatılması mı? Bu türden bir “bedel” en azından taahhüt edilmeseydi, Rusya Cerablus harekâtına yeşil ışık yakar mıydı?
“Avrasyacı” Rusya uzmanı Escobar, bu soruları yanıtsız bırakıyor.
SENARYO 2:
KERRY-LAVROV ANLAŞMASI: TSK BARIŞ GÜCÜ MÜ?
İkinci yazı ise, ABD’in prestijli, bir anlamda yarı-resmî Dış İlişkiler Konseyi (“Council of Foreign Relations”) uzmanlarından Alexander Decina tarafından kaleme alınmış ve savunma sorunlarına odaklı Defense One’da yayımlanmıştır (26 Ağustos). Yazının uzun başlığı, içeriğini de özetlemiş oluyor: “Esad’ı Şiddet Yoluyla Uzaklaştırmak Suriye’de Bir Şey Değiştirmez”!
Bu yazı, Libya fiyaskosundan sonra Obama’nın Orta Doğu için benimsediği ve son aylarda Kerry yoluyla uygulamaya çalıştığı çizgiyi temsil etmektedir; yani, “doğrudan müdahale veya vekâlet savaşları yoluyla rejim değiştirme” seçeneğini açıkça reddetmektedir. Bir anlamda da, ABD Dışişleri görevlisi elli küsur diplomatın, Haziran ortalarında Obama’yı Esad’a karşı hava saldırıları başlatma çağrısına bir yanıttır.
Yazı, Esad’ın kendi halkına karşı işlediği suçları vurgulayarak başlıyor ve “ideal bir dünyada Suriye, Esad’sız olurdu” yargısı ile son buluyor. Ancak, ana soru, yazının geri kalan bölümünde ortaya atılıyor: “Diyelim Esad’ı silahlı müdahale ile devirdik; savaş bitecek mi? Yerine kim gelecek?” Yanıt açıktır: Bugünkü ortamda Esad’ın devrilmesi en kötü seçenektir.
Decina, cephelerdeki durumu gözden geçiriyor: Sorun, herkesin ortak hedef gösterdiği IŞİD’den değil; Suriye El_Kaide’si olan Nusra’dan (veya onun yeni adı olan Fatah al-Şam’dan) kaynaklanıyor. Açıklıyor ki, “ılımlı İslam” veya “hafif Selefi” görüntüleriyle Batı’nın desteğini almaya çalışan muhaliflerin önde gelenleri; örneğin Ahrar el-Şam, Jayş el-İslam, Nurettin Zengi grupları fiilen Nusra ile işbirliği içindedir. Türkiye’nin ve Körfez ülkelerinin “radikal gruplara” da destek sağladığını; böylece durumu ağırlaştırdıkları vurgulanıyor. Ayça Söylemez’in belirlediği listeye göre (BirGün, 30 A ğustos); bunlardan ikisi, ÖSO şemsiyesi altında TSK ile birlikte Cerablus harekâtına katılmıştır.
Esad’ın şiddet yoluyla iktidardan uzaklaştırılması, iktidarın bu gruplar arasında paylaştırılması anlamına gelecektir. Sonuç, ya Libya gibi kanlı bir parçalanma süreci, ya da yabancı güçlerin yerleşmesidir. Decina’ya göre, Türkiye ve Körfez askerleri bu tür bir işlevin üstesinden gelemezler. ABD birliklerinin işgali bu nedenle kaçınılmaz olacaktır.
Gerçekçi alternatif, uzunca sürebilecek bir geçiş sürecini Esad’ın yönetimi altında başlatan bir barış anlaşmasıdır. Radikal cihatçıların dışlanması kaçınılmaz görülmektedir.
Yazar, açıkça ifade etmiyor; ama bu barış sürecinin başlayabilmesi için, cihatçı gruplara dönük Batı (dolayısıyla Türkiye) desteğinin son bulması gerekecektir. Son haberlere göre Kerry ve Lavrov bu tür bir pazarlığı tamamlamak üzeredir.
Bu aşamaya ulaşıldığında Suriye sınırları içindeki TSK birlikleri için kısmî bir “barış gücü” konumu düşünülecek midir? Görevleri, barış anlaşmasına taraf olmayan cihatçılara karşı sınırları kapatmak; Arap ve Kürt muhalifleri ile rejim güçleri arasında ateşkes ve arazi ihlallerini (bu arada Fırat’ın batısına geçişleri) önlemek ile sınırlı kalabilir mi? Suriye toprağında Amerikalıların üstlenmekten kaçındığı IŞİD ve Nusra ile kara savaşları da TSK’ye havale edilir mi?
TSK’nin Suriye’ye girmiş olması bu olasılıkları gündeme getirmektedir. Ancak, bu “kısmî barış gücü” senaryosunda, Esad ve Rusya’nın onaylamadığı görev tanımlarının geçerli olamayacağı vurgulanmalıdır.
SENARYO 3:
HILLARY CLINTON'UN BAŞKANLIĞI: TSK İŞGAL GÜCÜ MÜ?
Alexander Decina’nın yazısının önerdiği barışçı çözüm için takvim daralmaktadır. Zira, Kasım’da büyük bir olasılıkla başkanlığa seçilecek olan Hillary Clinton, dış siyaset ve Suriye konularında ABD emperyalizminin saldırgan yöntemlerini benimsemekte ve Trump’ın sağında yer almaktadır.
Clinton’un adaylığına karşı çıkan Amerikalı solcular bu konuda çok yazdılar. Sadece birini örnek alacağım: Kelly Beaucor Vlahos’un “Clinton’un Suriye’deki Savaş Planları” başlıklı yazısı (The American Conservative, 16 Ağustos).
Vlahos, yazısına, Dışişleri Bakanlığı döneminde Clinton’un Başkan Obama’ya göre çok daha “şahin” (yani, saldırgan) konumda olduğunu hatırlatarak başlıyor. Libya senaryosunun Suriye’de tekrarını benimsediği; Esad’ı devrime seçeneğinden hiç vazgeçmediği; Nusra’cı cihatçılarla işbirliğini dahi savunduğu bilinmektedir. Seçim kampanyası kadrosu da bir “savaş kabinesi” görünümündedir. Başkan Yardımcısı adayı, ABD Kongresi’nin savaş lobisinin önde gelen temsilcilerinden Virginia Senatorü Tim Kaine’dir. Ukrayna darbesinin mimarlarından Victoria Nuland, Dışişleri Bakanlığı’nın; neo-con eğilimleri iyi bilinen Michele Flournoy ise Savunma Bakanlığı’nın olası adayları olarak öne çıkmıştır.
Vlahos, doğrudan doğruya, Clinton’un seçim kampanyası bildirisinde Suriye ile ilgili bölümlere referans veriyor. Aktaralım: “Amerikan savaş birlikleri Orta Doğu’da yüksek maliyetli bir kara savaşına sokulmayacaktır. Buna karşılık havada uçuşa yasak, karada ise güvenli bölgelerin oluşturulması Esad’ın uzaklaştırılması ve IŞİD’e karşı savaşta Suriyelileri birleştirmek için gereklidir. Suudilerin, Katarlıların, diğer Arap ortaklarımızın ve Türklerin üstlenmeleri gereken roller (görevler) kendilerine hatırlatılmalıdır. Rusya ve İran ise, meşruiyeti olmayan zalim bir diktatörü destekleyerek istikrarın sağlanamayacağını fark etmelidir.”
Clinton, bu stratejinin Rusya ile gerilim yaratacağını kabul ediyor; ancak, bu riskin çatışmaya yol açmayacağını düşünüyor.
Bu, aslında, bir savaş programıdır. Türkler ve Araplar için açıklanmayan “görevler” nelerdir? Herhalde, “Amerikan postalları”nın bulaşmayacağı kara savaşlarının üstlenilmesi kastedilmektedir.
Ocak 2017’de Hillary Clinton Beyaz Saray’a geçtiğinde kalıcı bir barışın gerçekleşmediğini ve TSK’nin hâlâ Suriye’de olduğunu düşünün. Yeni Başkan’ın Suriye programının ön-koşulları olgunlaşmıştır: “Uçuşa yasak güvenli bölge” fiilen oluşmuştur; Türkiye’nin denetimindedir. Görev tanımı değişirse TSK, Esad’ın devrilmesini de hedefleyen “Suriye’nin işgal gücü” konumunu üstlenecektir. Körfez’den gelecek paralı askerlerle işbirliğine (İslam Ordusu’na) niçin itiraz etsin?
***
Erdoğan’ın “gönlünde yatan aslan”ın, öteden beri üçüncü senaryo olduğunu biliyoruz. Bu önerinin Obama’ya bir türlü kabul ettirilemediğini hatırlatalım.
Araya Rusya’nın, 15 Temmuz’un, Lavrov-Kerry barış görüşmelerinin girmesi, “fetih hayalleri” içeren bu özlemi geçersiz kılmış mıdır?
Kesin konuşamayız; ama Cerablus harekâtının AKP iktidarının dış dünyadaki özgürlük alanını bir hayli genişlettiği; Türkiye’yi Ortadoğu’nun aktif oyuncularından biri haline getirdiği ortadadır. Ne kadar süreceği ve maliyeti ileride belli olacaktır.
Sıradan bir TC vatandaşı olarak bana sorarsanız, TSK’nin Suriye’deki varlığının, ancak, Suriye hükümetinin açık davetine, onayına bağlı olmasını; onunla sınırlı kalmasını savunurum.
Ne var ki, Suriye Dışişleri Bakanlığı’nın B.M. Güvenlik Konseyi’ne Türkiye müdahalesi üzerine 29 Ağustos başvurusunda şu ifadelerin yer aldığını da öğrendik: “Türkiye rejiminin söylediği gibi Cerablus’tan IŞİD’in çıkarılması, aslında başka terörist örgütlerin bu kente girmesi; yani bir terörizmin bir başka terörizmle ikamesi anlamındadır.” (Global Research, 30 Ağustos).
Sınır ötesi bir operasyonun cihatçı çetelerle birlikte yürütülmesi ise, TSK Harp Tarihi arşivinde, herhalde onurlu bir sayfa olarak yer almayacaktır.