Aslında başka bir yazı yazacaktım.
Başlığını da bulmuştum: “Yeni bir yaşama ahlakına doğru…”
Tam o sırada, geçmişte yazdıklarıma şöyle bir bakarken, sanırım çok da uzak bir zamana ait olduğu söylenemeyecek bir yazımla karşılaştım: “Aydınlanma tehlikelidir…”
15 Temmuzdan önceye ait bir yazı.
Ve kafamda kendiliğinden beliriveren bir soru: “Peki bugün bu yazıdakilerin ne kadarı güncel?
Yanıtı bulamayınca, bu işi okurlarıma bırakmaya karar verdim.
Eski yazım şuydu:
Aydınlanma tehlikelidir...
Hem de, çok!
Hele şu ‘Aydınlanma’ denen illet, bir de bütün bir toplumun iliklerine işlemişse – yani örneğin ‘Tanzimat’ gibi, bir ‘ferman’ın buyrukları arasına sıkışıp kalacak yerde, her kul’un kendi iç aydınlanmasını gerçekleştirebileceği bir yoğunluğa erişmişse, eriştirilmişse – ve böylece de aslında kul’u kul olmaktan çıkartıp, görebilen birey’e dönüştürebilmişse – bakmakla yetinmeyip gören, gördüğü ile de yetinmeyip üzerinde eleştirel bir akılcılığın bilgiyi rehber edinmiş tüm gücüyle düşünmeyi alışkanlık edinmiş bireyler üretmeye başlamışsa –
Kim bilir kaçıncı kez, hayatımın kaçıncı gece yarısında ya da sabaha karşısında oturmuş, bu ülkede aydınlanmanın tehlikeleri üzerine bir şeyler yazmak peşindeyim. Zira aydınlanma, ilk kez değindiğimden bu yana, çok daha tehlikeli olmaya başladı.
Ama öte yandan – çelişki bu ya! - , artık aydınlanmak isteyen de pek kalmadı gibi. Çünkü şimdilerde başımı nereye çevirsem, aydınlanmanın yüzyıllara dayanan boyutlarında değil, fakat sadece ve sadece ‘günübirlik’ yaşamak peşindeki insanlarla karşılaşıyorum. Ve öyle sanıyorum ki, çok yakın bir gelecekte ‘aydınlanma’ sözcüğünü artık ben de ağzıma almayacağım. Çünkü günübirlikçilerin bunca hızlı üredikleri bir ortamda hâlâ bunca ‘aydınlatma’ ve, daha da önemlisi, bunca ‘aydınlatma’ peşinde koşmak bana da anlamsız gelecek. O yüzden iyisi mi, ben de bir zamanlar ‘aydınlanma’ üzerine yazdıklarımı fırsat düştükçe yineleyeyim. Hepsi belleğimden silinmeden!
“Bütün bunlar olsaydı gerçekten…” demiştim o akşam, televizyonda o gazeteciyi gördüğümde, “o zaman herhalde böyle bir suratla karşılaşmayacaktım…”
‘Mesleğin duayenlerinden’ diye nitelendirilenlerden biriydi gazeteci. Yüksek lisansını büyük bir olasılıkla ‘yandaşlık’ konusunda yapmış, doktorasını da herhalde ‘yalakalığın incelikleri’ üzerine kaleme aldığı bir tezle vermiş olan bir gazeteci.
Ve o suratı –
Onyıllar sürmüş bir yalakalık ve yağdanlık uygulaması nedeniyle, bütün bunların canlı reklamıymışçasına etten ve kemikten yapıma bir surata takılmış, hayır, belki bir zamanlar takılmış, ama şimdi çoktandır örttüğü suratla artık organik bir kaynaşmayı yansıtan tek bir gülümseme –
Yıllar boyunca, belki de bütün bir hayatın her anı boyunca, iktidar sahiplerinin yüzünden bir an olsun sapmamak için harcanmış onca çabanın sonucunda, gülümsemeden katılıp kalmaya geçmiş bir insanlık hali.
“Aydınlanma gerçekleşseydi bu ülkede…” diye geçirmiştim o akşam aklımdan, “ben şimdi böyle bir suratla karşılaşmayacaktım” –
O surat, programda kusacağı utanmazca yalanları pekiştirsin diye, bir de ‘uzman’ davet etmişti. Kendisinden yaşça epey genç, ama ileride yalakalıkta onu aratmayacağı ‘tilkimsi’ olmasına çalıştığı – ‘tilkimsi’ dedim, çünkü tilkilerin bakışları gerçekten zeka saçar! – evet, ‘tilkimsi’ bakışlarından daha bugünden belli bir uzman. ‘Duayen’, onu: “Yüksek öğrenimini ülkemizin en seçkin üniversitelerinden birinde çok parlak bir derece ile tamamlamış genç bir akademisyen…” diye tanıtmıştı. Son yıllarda ülkemizin – hiçbiri dünyanın ilk iki yüz üniversitesi arasında bulunmayan – yaklaşık yüz seksen üniversitesinden böyle ‘akademisyenler’ bolca yetişiyordu.
Yalanlarını birlikte ve birbirlerini pekiştirerek sıraladılar.
Batı’nın ve dünyanın sürekli değişim halindeki yeni ‘konjonktüründen’ bolca ve yeterince anlaşılmaz bir dil ile söz edip, bu konjonktürü göz önünde tutmadan ‘meşru iktidar’ın yapabileceklerini ve yapamayacaklarını sıralamanın ne kadar ‘yersiz’ olduğundan söz ettiler –
Yersizdi, çünkü iktidar ‘meşru’ydu, yani ‘yasalara’ göre iktidardaydı. O nedenle ‘yapamayacağı’ bir şeyin de olmaması gerekirdi-
Peki, ya kanunların adalet düşüncesi ile bağdaşmayabileceği olasılığı? Ya yazılı yasaların yanı sıra yazılı olmayan, ama insan olmanın gereği olan, varlıklarından örneğin ‘Antigone’den beri söz edilen yasalar?
Ha, onlar mı? – Böyle konuların ancak ‘Aydınlanma’da yeri vardı, ve bu ülkede ‘Aydınlanma’ düşüncesi, tıpkı onun bir zamanlarki savunucusu Köy Enstitüleri gibi, ya da koyunlarının başında otlağa giderken torbasında öğlen yiyeceği peynir ve ekmeğin yanına “Antigone” metnini de koyan, Enstitü öğrencisi küçük çoban gibi, çoktan silinip gitmişti.
Birileri silmişlerdi.
‘Aydınlanma’ çok tehlikeli olduğu için…
Eski yazım, burada noktalanmıştı.
Ne kadarı eskimiş ya da güncelliğini yitirmiş sayılabilirdi?
Evet, işte bu sorunun karşılığını bulmayı da sevgili okurlarıma bırakıyorum!