Dernekçilik güç iştir. Hani bir söz vardır, “Türk gibi başla, bilmem kim gibi sürdür.” diye. Dernekçilik de işte tam bu söze uygundur; kurması çok kolaydır, az sayıda insan bir araya gelir, herkes heyecanlıdır, genellikle başka bir derneğinkinden değiştirilerek bir tüzük hazırlanır, ilgili yere başvurulur ve dernek kurulur. İlk günler de iyi geçer. Bir süre sonra zorluklar başlar. Dernek gelirleri kısıtlıdır, aidatları toplamak güçtür, toplansa da yeterli olmaz. Kira vs. gibi zorunlu harcamalar derken elde etkinlikler için para kalmaz, bu motivasyonu düşürür; motivasyon düşüklüğü de var olan gelir kaynaklarını olumsuz etkiler ve bu fasit daire derneği batırır. Belki batmaz ama az sayıda kişinin çabasıyla sürer, etkinliği de ister istemez azalır. Üstelik bu derneklerin etkinliği için ciddi bir toplumsal taban ve gereksinim olmasına karşın.
Gerçekler böyleyken Yeni Kuşak Köy Enstitüler Derneği (YKKED) üzerinde durulması gereken, sıra dışı bir dernek. Kurulma amaçlarını yaklaşık yirmi yıl önceki bildirgelerinde şöyle açıklıyorlardı: “Bizler, Cumhuriyet’imizin en önemli eğitim projesi olan Köy Enstitüsü çıkışlılarının, kurucularının, çalışanlarının yakınları olarak yan yana gelip bu aydınlanma projesi kültürünü, anlayışını gelecek kuşaklara taşımak adına Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneğini kurduk”1.
Bu cümle dikkatle okunursa temelinin çok da güçlü olmadığı görülecektir: “Köy Enstitülülerin yakınları”. Yani bir tür “babası Cizre’de memuriyet yapanlar derneği” gibi. Şaka değil, gerçekten de temeli bu kadar zayıf. Ancak YKKED’in sıra dışılığı da bu noktada başlıyor. Bu olumsuz varoluş koşullarına karşın dernek yirminci yılına yaklaşırken düzenlediği sayısız panel, çalıştay, sempozyum gibi etkinliklerin yanı sıra 58. sayısına ulaşmış dergisi ve yayınladığı elliyi aşkın kitabı var. Tüm bunların çıktısı ise Köy Enstitüleri unutulmaması ve belgelerin, anıların kayıt altına alınması.
Biliyorsunuz, Köy Enstitülerinin sayısı 21 idi. YKKED bunlardan yarısının kitaplarını yayınladı. Ben geçtiğimiz iki hafta içerisinde bu seriden iki tanesini okudum: Kızılçullu Köy Enstitülü Yıllar ve Düziçi Köy Enstitülü Yıllar. Her iki kitap da genel bir değerlendirme yazısıyla başladıktan sonra oralardan yetişenlerin anılarıyla devam ediyor, sonunda da çok sayıda fotoğraf var. Bu iki enstitünün ortak özellikleri, daha önce var olan bir okulu kullanmaları. Kızılçullu (İzmir) Amerikan Koleji binasını, Düziçi (Adana) Alman Koleji binasını devralmış. Şunu da belirtmek gerekir, Alman binası pek de oturulacak durumda olmadığı için ciddi bir onarım gerekmiş ama hiç olmazsa ortada bir bina taslağı varmış. Diğer enstitüler gibi her şeyi sıfırdan yapmak zorunda kalmamışlar. Kızılçullu’da ise hemen binayı kullanarak eğitime başlanmış.
Kızılçullu Köy Enstitülü Yıllar. Kemal Kocabaş, 2011. Fiyatı 45 TL.
Düziçi Köy Enstitülü Yıllar. İbrahim Bozkurt, Birgül Bozkurt, Nazlı Geylani, 2015. Fiyatı 35 TL.
YKKED yayınlarının yaygın dağıtımı yok, dernekten istenebilir.
Bu satırları okuyanlara Köy Enstitülerinin ne olduğunu anlatmanın gereksiz olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki bir önceki yazımda zaten konuya bu anlamda bir giriş yapmıştım2. Ancak şunu söylemeden geçemeyeceğim, eğer kapatılmasalardı en geç 1956 yılına dek öğretmensiz köy kalmayacaktı. Bir de kapatılırken temel savları Köy Enstitülerinin “komünist yuvası” olduğu iddiası. Cumhuriyet tarihi bana iki şey öğretti: Eğer bir şeye komünist diye saldırılıyorsa bir, o şey komünist değildir çünkü zaten komünistler kim olduklarını saklamadıkları için onlara böyle saldırılmaz; iki, saldırılan şey komünist olmamasına karşın yine de iyi bir şeydir. Aksini hiç görmedim.
Kızılçullu binasının tarihi de bir tür Türkiye tarihi gibi döneminin özelliklerini gösterir. Önce Amerikan Koleji, sonra Köy Enstitüsü, sonrasında ise NATO karargâhı! Kızılçullu ismini öyle bir silmeye çalışmışlar ki karargâhın önündeki kavşağın bile ismini değiştirmişler. Neyse 2011’de derneğin çabalarıyla “Kızılçullu Köy Enstitüsü Kavşağı” tabelası asıldı. Dönemin TKP’li öğrencilerinin kampanyasının da bu kazanımdaki rolünü unutmamak gerekir. Elbette yanlışın karşısında doğruyu gösteren birileri hep olacaktır. Kitaptaki anılardan, enstitü yeni açıldığında Amerikan Koleji binası bodrumlarını temizleyen öğrencilerin, “Kahrolsun Amerika, Bağımsız Türkiye” afişleri bulduğunu öğreniyoruz.
Her iki kitaptaki anıların tekdüzeliği okumayı zorlaştırıyor hatta, hadi açıkça söyleyeyim, sıkıcı hale getiriyor. Yaklaşık 800 sayfalık Kızılçullu kitabının 40 sayfası genel bir değerlendirme, 650 sayfası burada yetişenlerle yapılan söyleşiler, 100 sayfası da fotoğraf. Söyleşilerde benzer sorulara, benzer yanıtlar verildiği için birbirini tekrar eder nitelikte ve eğer kişiyi tanımıyorsanız akılda bir şey kalmıyor. Elbette aynı yargılarım Düziçi kitabı için de geçerli. Sanırım daha az kişiyle geniş söyleşiler olsaydı daha yararlı olurdu. Bu yargımın doğru olup olmadığını sınayabilmek için Remzi Taşçı’nın daha önce okuduğum Baklankuyucak Köyü’nden Kızılçullu Köy Enstitüsü’ne kitabını tekrar okudum. Kızılçullu kitabında birkaç sayfalık söyleşiyi 100 sayfalık bir anlatı biçiminde okuyunca hem akıcı bir biçimde süreci gördüm hem de sadece enstitü yaşamıyla ilgili değil, zamanın kırsal kesimiyle ilgili canlı bilgilere de ulaştım. Haklı olduğumu düşünüyorum.
Baklankuyucak Köyü’nden Kızılçullu Köy Enstitüsü’ne. Remzi Taşçı, 2011. Bulması güç, meraklısı ile paylaşabilirim.
Köy Enstitüleri denilince akla öncelikle Hasan Âli Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç gelir. Ancak bu ikilinin etrafında genellikle enstitü müdürlüğü yapan bir çember vardır ve yaygın olarak tanınmazlar. İşte tam da bu yüzden Bahattin Fırtına’nın Savaştepe Köy Enstitüsü Müdürü’nü anlatan, Bilge İnsan Sıtkı Akkay isimli kitabını önemsiyorum. Gerek Akkay gerekse Kızılçullu’da Hamdi Akman, Düziçi’nde Ahmet Lütfi Dağlar ve diğerleri, sadece enstitülerin yöneticileri değil; aynı zamanda eğitimin yereldeki liderleriydi. Zaten yeni bir sistem getirdiğinizde, yerelde liderler olmaksızın bu iş yürümez.
Bilge İnsan Sıtkı Akkay. Bahattin Fırtına. 2. Baskı 2006. Baskısı yok, sahaflarda 13-35 TL.
Köy Enstitülerinin gerçek bir iş okulu olduğunun bence en önemli kanıtı, müfredattaki iş derslerinin yoğunluğu değildir; bence en iyi göstergesi enstitülerde klasik anlamda bir yaz tatili olmayışıdır. Düşünsenize tüm öğrenciler üç dört ay tatile giderse tarım alanları, hayvanlar ne olurdu? Bitkiler, hayvanlar tatile girmiyor ki... Enstitülerde kültür dersleri tamamlandığında, Haziran-Eylül ayları arasında, öğrenciler dönüşümlü olarak bir ay izin kullanırdı. Yani kabaca dört aylık bir süre olduğunu düşünürsek okulun yüzde 75’inin sürekli okulda olduğunu söyleyebiliriz. Belki de üretimle bu derece iç içe olmaları mezunlarının çoğunun ilerici öğretmen hareketleri içerisinde yer almalarını getirmişti. Üstelik Köy Enstitüleri tüm bunları İkinci Dünya Savaşı’nın yokluk koşulları altında gerçekleştirmişti.
Tabi akla şöyle bir sorunun gelmesi gayet doğal: Peki, bu köy enstitülerinin hiç mi kötü tarafı yoktu? Yapılan her şey bütünüyle doğru muydu? Sağcıların pespayeliklerini ve Tonguç’un saptadığı ve süratle üzerine gidip düzelttiği hataları saymazsanız yok! YKKED Yayınları’nda da ciddi bir eleştiriye rastlayamadım ben. Örneğin, geçen yazımda sorduğum soru2, üretim biçimini değiştirmeden, sadece köye öğretmen yollayarak kalkınma gerçekleşebilir miydi? Veya arada bir dile getirilen ama tartışılmayan şu soru: 20 yıllık bir zorunlu hizmet adil miydi? Eğer kentlerdeki edebiyat ortamından uzak kalsaydı bir Talip Apaydın yetişebilir miydi? Fakir Baykurt öğretmen hareketine önderlik edebilir miydi? Elbette kendimce yanıtlarım var ama eğer bunlar açıkça tartışılmazsa Köy Enstitülerine zarar verilmiş olur. Attila İlhan’ın sözleriyle: “Eleştirmek yadsımak değildir, yeni bir anlayışla ele almaktır”. Bu sorulara ek olarak, özgün bir model olduğu söylenen Köy Enstitülerinin dünyadaki diğer iş okullarından farkı nedir? Enstitülerin günümüzdeki uygulaması nasıl olmalıdır? Şunu söyleyeyim, öneri olarak sunulan kent enstitüsü modelleri bence sertifika programlarından öteye geçemiyor.
Bunlar veya başka sorular açıkça tartışılmazsa yazılan kitaplar “güzellemeden” öteye geçmez. Bana kalırsa YKKED yayınları elliyi aşkın kitapla ilk aşamayı geçti, Köy Enstitülerini yeterince tanıttı; artık kitapların doğrultusu ve üstte yazdığım gibi biçimlerinin değişme zamanı geldi. Bir de şu var: Kitaplarda ve dergide muhteşem fotoğraflar var. Eğer olanak varsa bunlar uygun bir arama motoruyla internete koyulmalı.
YKKED sadece Köy Enstitüsü kitapları yayımlamıyor. Sayıca az da olsa başka kitapları da var. Örneğin Eğip Bükmeden Eğilip Bükülmeden. Kitap, Behçet Kemal’in sözleriyle, “Cumhuriyet savcısı adını tamamen hak eden”. Berin Taşan’ın çeşitli gazete ve dergilere 1950’li yıllardan itibaren yazdıklarından oluşuyor. Yıllara böyle panoramik bakıldığında insan neleri unuttuğunu görüyor. 1994 yılında 39 DYP’li milletvekilinin “Şeriat insanları yüceltmeyi amaçlar.” diye bildiri yayınlamasını, DP’nin tüm mahkemelerin üzerinde “Tahkikat Komisyonu” kurup, hukuk tanımadan aydınları hapse atmasını, kıyıların yağmalanmasını... Şeriatçılık, yağmacılık, hukuk tanımazlık, aydın düşmanlığı; DP, AP, ANAP, DYP, AKP zamanlarında sürüp gitmiş. İşin özü hep aynı kalmış, değişen tek şey sadece dozun gün geçtikçe artması olmuş. Yoksa Menderes’in Erdoğan’dan, Demirel’in Özal’dan farkı yok. Artık bunların sebebinin kötü kişiler değil de belirli bir sınıf olduğunu görme zamanı gelmedi mi? Bu kadar zor mu?
Eğip Bükmeden Eğilip Bükülmeden. Berin Taşan,2013. Baskısı yok, sahaflarda 20-30 TL.
Neyse, yazı YKKED’i ve Köy Enstitülerini aşmaya başladı, en iyisi burada kesmeli.
1 https://www.ykked.org.tr/index.php/kurumsal/kurulus-bildirgesi
2 https://ilerihaber.org/yazar/tongucun-enstituleri-97682.html