Ruhsal rahatsızlıklar son dört yılda altı milyon artmış. Uyuşturucuyla tanışma yaşı on dörde düşmüş, kokain lise öğrencilerine ulaşmış.
Kimsenin nasıl yaşayacağını, ilişkilerini nasıl kuracağını, gelecekte başına neler geleceğini bilemediği enteresan zamanlardan geçiyoruz. Aslında sorun sosyal psikolojinin alanına giriyor. Ukalalık gibi olmasın ama, bence Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı rakamlar, vahim biçimde bozulan sosyal psikolojinin bireylere yansımasını gösteriyor. Dokuz milyon kişi psikolojik tedavi talep ediyorsa, sessizce acı çeken insan sayısı kim bilir bunun kaç katıdır!..
Tarihte böyle dönemler görülmüştür. İkinci Savaş öncesinde ve hemen sonrasında Almanya ve Japonya mesela (Wilhelm Reich’ın Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı bu konuda öğreticidir); sonra, Mc Carthy dönemi Amerikası (bulabilirseniz, Elia Kazan’ın Bir Yaşam’ını okuyun); 1905 Devrimi’nden sonra Rusya (Troçki, dönemin sosyal psikolojisini 1905 adlı kitabında anlatır); Sevr’den sonraki, gene 1960 İhtilali’nden hemen önceki ve sonraki Türkiye (bu dönem için: Altan Öymen otobiyografisinin Öfkeli Yıllar’ı ile Ve İhtilal’ini okuyabiliriz).
Bu durum, insanların değer karmaşasından, sosyal statü belirsizliğinden, içinde yaşadıkları ortamın norm yoksunluğundan kaynaklanıyor. Günümüzün insanı neye inanacağını, hangi tarafa yöneleceğini, elindekileri kaybetmemek ve arzularını tatmin etmek için ne yapacağını bilemez haldedir. İnsan doğası bu türden belirsizlikleri ve boşlukları uzun süre kaldıramaz. İnsana acı veren boşluk, bir süre sonra koyu bir inançla dolabilir; her türlü inanç, her türlü cemaatleşmeyi/gruplaşmayı getirir ve birey ortak kader beklentisine kavuşarak kısmen rahatlar. Kendinizi manipülasyona teslim ettiğiniz, sizin yerinize düşünecek birilerini bulduğunuz zaman kendinizden sorumlu olmazsınız artık. Aksi halde sapıtmak, en yakınlardan başlayarak saldırganlaşmak neredeyse kaçınılmaz olur. Aidiyet duygusu önemlidir; bu duyguyu, her şeyin yerli yerinde olduğu eski zamanlardan bugüne kadar tutarlı biçimde taşıyamayanların işi gerçekten çok zor. Eğitimsiz insanın yabancı bir dünyada kendi geleneksel değerleriyle birlikte dengesini kaybetmesi ise kaçınılmaz.
Büyük kentlerdeki insanların başları öne eğik, çünkü cep telefonuna bakıyorlar. Evlerine girdikleri anda televizyona ya da bilgisayara yöneliyorlar. Birbiriyle çelişen pek çok haber, yorum, binlerce konuda on binlerce çelişkin uyaran… Normal bir aile babası, ABD’nin demokrasi ve insan hakları götüreceğim diye işgal ettiği ülkenin çölünde, mükemmel “anglais” konuşan bir celladın tuhaf biçimde sakin davranan Amerikalı gazetecinin kafasını kestiğini herhangi bir ekrandan çocuklarıyla birlikte seyredebiliyor. Boko Haram ve IŞİD gibi örgütlerin Kuran’dan kusursuz alıntılarla eylemlerini haklı çıkardığını gören mütedeyyin vatandaşın kafası karışıyor.
Rezaleti, yolsuzluğu, odalar dolusu parası ortalığa dökülmüş, Batı’nın gözünde IŞİD’le aynı seviyeye düşmüş adam, Anayasa’da yazılı bütün kuvvetleri ve yetkileri şahsında toplamaya çalışırken, diktatör olma arzusunu gizlemeye gerek görmüyor. “Ekmek için Ekmelettin” şaşkınlığı CHP ve MHP’yi derin bir ideolojik/politik sefalete ve ayrışmaya soktuğu için, iki partili sistemi kendi muhalifini kendi partisinin içinden çıkararak kurmayı bile tasarlayabiliyor.
Bizim gibi sıradan sosyalistlerin durumu da pek iç açıcı değil. Sosyalist solun bütün bölmelerinde sözün eyleme bu kadar ağır bastığı bir dönem yaşanmamıştır. “Sempatik” Demirtaş nar muhabbetiyle gönülleri fethetti; insanlarımızın bir kısmı HDP’nin şahsında yeni, bu kez başarılı bir ÖDP görmeye başladılar. Kendisinden başka herkesi “turuncu vatansız” gören lider, seksen yaşa doğru ortalarda fazla dolaşmamak gerektiğini kanıtladı. Gayet sağlam/monoblok parti, gururla taşıdığı ismini “kayyum”a teslim edip, taktik anlaşmazlıktan ötürü ikiye bölünerek birbirinin “ayna imgesi”ne dönüştü. Hiçbir dışsal sorun olmadan içe doğru çöküp jiletle karton keser gibi bölünmeyi de ilk kez gördük.
Bilgilerimizi, görüş ve önerilerimizi sınayacağımız alan kendimizle sınırlı hale gelmişse, “siyaset” alanının dışına düşmüşüz, söylem şehvetinin, yersiz analojilerin, genişleme/büyüme korkularının içine sıkışıp kalmışız demektir. Doğada ve toplumda hiçbir şey saf haliyle bulunmaz.
Bu çürüme ancak halk kitlelerinin aydınlanmış kesimlerinin kendiliğinden hareketi belirli bir evreye ulaşırsa durdurulabilir. Her hareket içeriden ya da dışarıdan kendi önderlerini bularak ilerler ve kendinde önderlik vehmeden siyasileri hayretler içinde bırakır. Toplumsal mücadeleler tarihinin öğrettiği budur. Bu nedenle, her öfke bir kıvılcıma, her kıvılcım bir yangına, her yangın bir devrime, diye düşünmek gerekir.