“Emeğin, özgürlüğün, barışın, kardeşliğin, adaletin, katılımcılığın, savaş karşıtlığının, dayanışmanın, eşitliğin, kadınların, hoşgörünün, paylaşmanın, farklılığın, çok sesliliğin, sivil itaatsizliğin, yeşilin, kendini iyi hissetmenin, çok kültürlülüğün, bireyleşmenin, hayal gücünün, umudun, şeffaflığın, ferahlığın, vefanın, ezilen halkların, söz ve karar hakkının, renklerin, şiirin, cinsiyetçi olmayanların, vicdan özgürlüğünün, evrenselliğin, yaşama hakkının, vicdani red isteyenlerin, mor kurdele takanların, hayvan dostlarının, anti şovenizmin, sokağın, dışlanmışların, muhalif olmanın, çoğulculuğun, şiddet karşıtlarının, sosyalistlerin, sanatın, tembellik hakkının, aşkın ve devrimin partisi.”
Ne kadar benziyor, değil mi? Ama hayır, “HDP gülümsetir” kıvamında olmakla birlikte, bu partiye ait değil. Henüz “liberal ihanet”e uğramamış aşkın ve devrimin partisi ÖDP’nin, Ekim 1997 tarihli 1. Kongresi’nin PM Çalışma Raporu’ndan (ben kısalttım). Bu türden söylemlerin o dönemde de alıcısı boldu.
Burada, bilinçli olarak yaratılan bir “şahane siyaset yanılsaması” var. HDP bu yanılsamayı devralarak, CHP’nin liberal kesimlerinden, her türlü solcu ve sosyalistten, Aleviden, kendisini bir etnik gruba mensup hisseden herkesten oy almak için onu yeniden yaratıyor ve gayet başarılı biçimde kullanıyor. Sosyalist solun BHH sayesinde içinden çıkılmaz hale gelen programatik belirsizliğini kendine seçmen yaratacak şekilde yönlendirerek, bütün siyasetlerin vidalarını gevşetiyor. Karşı çıktığı Haziran Ayaklanması’na katılan kitlenin oylarını da, gene BHH’nin kararsızlığı sayesinde, kısmen de olsa alacak gibi duruyor. Kendinizi iyi hissetmek istiyorsanız bu partiye oy verme arzusundan nasıl geri durabilirsiniz? Reklamlarda gülümseyen insanlar bizleriz aslında!
ÖDP bir bakıma masumdu; duvarların yıkıldığı, “glasnost”un metastaz yaparak her yere bulaştığı, tarihin sona ermese de çok daha liberter bir mecraya akmış gibi göründüğü dönemde, “çağın ruhu”nu yakaladığını sanıyordu. Yakaladığı şeyin ne olduğunu anlaması için bomboş uzun yılların geçmesi gerekecekti.
HDP için aynı masumiyetten söz edemeyiz. Bu partiyi bütün niyetleriyle birlikte seçim bildirgesinden ibaret sanmak en azından düşüncesizlik olur. Mitolojideki Janus gibi; bir yüzü Türkiye’ye, öteki yüzü Ortadoğu’ya bakıyor. Aynı zamanda, gene mitolojideki Medusa gibi; saçlarının bir tutamı Kandil’e, diğeri İmralı’ya, bir diğeri Hakan Fidan üzerinden AKP’ye takılmış. Bu yüzden sempatik liderine rağmen HDP buzdağının görünen ucu gibi. Dolayısıyla, hareketin bütününü görünceye kadar “gülümsemek” için bir sebep yok.
Peki ne zaman göreceğiz? Seçimlerden sonra, tamamını değilse de bir kısmını görebileceğimiz anlaşılıyor. AKP’nin Kürt meselesinden bir anayasa sorunu/krizi yaratarak sergilediği patavatsızlık, hem kendisini hem de HDP’yi zor durumda bıraktı.
Gelinen noktada, muhtemelen karşılıklı olarak taviz verecekler. Bu çizgide devam ederlerse, çatışma kaçınılmaz görünüyor. Anayasa konusunda uzlaşmaya varamazlarsa, savaş çıkacak (Karayılan: “Seçim sonuna kadar şiddete yönelme durumumuz olmayacak”). Bu yüzden AKP korku içinde (Akdoğan: “HDP barajı geçerse çözüm süreci kalmaz”). Barajı geçmiş bir HDP’nin taleplerini yerine getirirse (“radikal özerklik”, kurucu iki ulus, ana dilde eğitim vs) olacaklardan korkuyor. Aslında bu HDP’nin değil, AKP’nin sorunu. En kötüsü gelirse, Aysel Tuğluk’un dile getirdiği, “PKK laikliğin teminatıdır” görüşü raftan indirilip parlatılabilir. PKK, HDP ve Önderlik için çare tükenmez.
Şu aşamada AKP ile HDP arasında kırılgan ama sembiyotik bir ilişki (ortak yaşama) olduğu gayet açık. Demirtaş’ın seçim kampanyasının başlangıç evresinde, “Seni başkan yaptırmayacağız,” sözüyle bu sembiyotik ilişkiyi gizleme çabası, Can Dündar’a verdiği mülakatla boşa çıktı. Can Dündar, mülakattan edindiği izlenimi şöyle açıkladı: “AKP iktidar olursa dışarıdan destek verme fikrine uzak değiller.” İyice pişirilmiş, hatta merkez medya tarafından kaynatılmış aşa su katan bu cümle bir fırtına kopardı. Cumhuriyet gazetesinin liberalleri bile Can’ı eleştirdiler.
Demirtaş, sohbet sırasında muhtemelen, “bu arkadaş bizdendir” diye fazla konuşmuş olmalı. Oysa Can, kimseden değildir; Fethullahçı, Tayyipçi, Sebocu, liberal, hatta sağcı solcu bile değildir. Saf anlamda gazetecidir, üstelik cesurdur. 12 Eylül döneminde hiç tanımadığı adamı aylarca evinde saklamış, 1984’teki Aydınlar Dilekçesi’ne imza koymaktan çekinmemiştir. O dönemde bunlar kolay iş değildi, üstelik yirmi yaşındaydı. Yakın dönemde ise bir televizyon yıldızı olduğu halde kimseye biat etmemiş, bildiğinden şaşmamıştır. Demirtaş’tan edindiği izlenim, HDP’nin AKP’ye yönelik gerçek tavrını deşifre etmek bakımından çok önemliydi. Eleştiriler karşısında geri adım atmadı. “Biz tanıklarımıza da güvenerek ‘izlenim’imimizden ‘rücu’ etmeyelim,” diye ayrı bir yazı yazdı.
Aslında olayları değerlendirmek için bu türden özel izlenimlere ihtiyaç yok. Şahane siyaset yanılsamasıyla sürekli gülümseyecek yerde, her şeyi baştan alıp, olayları, oluşan dengeleri düşünmek yeterli. Mevcut siyasi koşullar değişmedikçe (AKP’nin devrilmesi, seçim yenilgisi vs) HDP’nin AKP için zorlayıcı da olsa bir müttefik olmaya devam edeceği, bu ikili arasındaki ilişkinin asla kopmayacağı açıktır. Genel gidişata bakıldığında, şahane siyaset yanılsamasına kapılanların bir iki aya kalmadan büyük bir hayal kırıklığına uğrayacakları neredeyse kesindir.
Gerçekler, onları görmek isteyenlere ya da arayanlara görünür, manasız biçimde sürekli gülümseyenlere değil.