Yayın gelirinin yayılması

Türkiye’de yapılması gereken ilk şey, Antep’te yaşayan insanın şehrinin takımını, Samsun’da yaşayan insanın şehrinin takımını desteklemesidir.

Türkiye’de spor gündeminin en önemli başlıklarından biri, önümüzdeki günlerde sonuçlanacak yayın ihalesi. Türkiye Futbol Federasyonu 14 Şubat’ta yapılan ilk ihalede verilen teklifleri yetersiz bulmuştu. Kalitesi ve eğlencesi her geçen gün düşen lige verilen tekliflerin de beklentilerin altında kalması doğal görünüyor.

Kulüpler ve Federasyon geçmiş dönemde hep ligin ederinin üzerinde teklifler aldığı ve futbol endüstrisi etrafında dönen paranın verimli bir şekilde kullanılmasının formüllerini üretmeye yanaşmadığı için, futbol için yolun sonuna doğru yaklaştığımızı söylemek mümkün. İngiltere futbol ligi olan Premier Lig’e öykünen, Türk futboluna yön veren zihinler, ülkemiz gerçekleriyle İngiltere gerçekleri arasındaki derin uçurumu fark etmiş görünüyorlar. Fark etmemişlerse de, para bittiği için artık başka çareleri kalmadı.

Futboldan kazanılan gelirin, futbol üretimine dönmesinden ziyade, Avrupa’da ıskartaya çıkmış ancak şöhretli bir takım sporcuları getirip getirip futbol izleyicisinin karşısına koymak, belli bir süre herkesi idare ediyor görünüyordu. Hakikaten de şu an Süper Lig’in hangi takımına baksanız bir tane dünyaca ünlü yıldız bulabiliyorsunuz. İroni değil, gerçekten öyle. Lakin oynanan futbolun kalitesi zaten takımların Avrupa kupalarındaki maceralarında kendini ortaya koyuyor.

Elbette kulüplerin üretebildiği toplam gelir önemli bir kriter. Lakin bir o kadar önemli olan bir başka kriter de, o kaynakların ne kadar eşit dağıtıldığı. Türkiye, ”Üç Büyükler” ismiyle bir araya getirebileceğimiz; Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş kulüplerinin motor görevi gördüğü bir spor kültürüne sahip. Söz konusu futbol olduğunda, bu kulüplerin arasına -tarihsel olarak bile olsa- Trabzonspor’u katmak da mümkün. Bursaspor, Kocaelispor, Eskişehirspor gibi buraya aday olabilecek futbol şehirleri ise, çeşitli yönetimsel hatalar sebebiyle, alt liglerde yaşam savaşı veriyorlar.

Türk futbolunun gelişimi adına önerilen iki temel argüman var. Birincisi, yukarıda saydığım üç büyüklere elde edilen gelirden ciddi bir pay aktarılması, o gelirle o kulüplerin Avrupa’da daha şahsiyetli bir rekabet içine sokulması, sporcuların uluslarararası alandaki rekabeti neticesinde, o takımlarda bulunan Türk oyuncuların da Milli takıma katkı verebilmesi diye özetleyebileceğimiz bir düşünce. Esasında, bu düşünce sistemi, genel olarak mevcut yapıyı tarif ediyor. Türk futbolu kültürel olarak üç takımın etrafında şekillenmiştir. Futbolun ileri gitmesi için bu üç kulübün desteklenmesi gerekir; ana fikir bu.

Diğer görüştekiler ise, parayı ve gücü ülkenin her noktasına eşit dağıtan, daha sosyalizan bir sistemi savunuyor. Mevcut spor yapısının, kültürünün iflas ettiğini ve baştan sona yıkılıp yeniden inşa edilmesini, Erzurum’da doğmuş bir gencin Fenerbahçeli olmasının, ne Fenerbahçe’ye, ne Erzurum’a ne de Erzurumspor’a bir faydasının olmadığını savunanlar... Eğer rekabeti üç takım arasında değil, çok takım arasında yapabilirseniz, o hedefe aday olan veya olacak olan kulüp sayısını arttırırsanız, rekabet gerçek anlamda ortaya çıkacaktır ve bunun neticeleri olumlu olacaktır.

Manchester United da bir dünya kulübü, dünyanın en ücra köşesinde de taraftarı var. Tıpkı Fenerbahçe, Galatasaray gibi. Lakin Londra’ya gittiğinizde, o etkiyi orada görüyor değilsiniz. Orada, Londra takımlarının egemenlik alanı olduğunu hissediyorsunuz. Liverpool’a gittiğinizde, o şehrin büyüğü Manchester United değil. Değil ki Liverpool’dan büyük olsun, Everton’dan da büyük değil.

Türkiye’de yapılması gereken ilk şey, Antep’te yaşayan insanın şehrinin takımını, Samsun’da yaşayan insanın şehrinin takımını desteklemesidir. Burada kulüplerde illa kupa başarısı aranmaz. Everton da son 30 yılda bir şey kazanmış değil. Aranacak şey; futbol üretimidir, şahsiyetli bir futbol yönetimidir. Diyeceksiniz ki, bu tip kulüplerin yönetim kurullarında bulunan insanların bile ilk takımı Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş. İşte problem buralardan geliyor. Türk futbolunun çevresine yerleşmiş bir takım insanlar, hem değişime direniyorlar, hem de bulundukları koltuklara yapışmış durumdalar. Geçtiğimiz yıllarda geçmesi planlanan spor yasası tartışmaları üzerine “bu yasa geçerse kulüplerde görev yapmak isteyecek yönetici kalmaz” diyenler bile olmuştu. O alanı koruma reflekslerinin ne kadar güçlü olduğuna bir örnek.

Futbolun etrafında dönen paranın büyüklüğü, futbolu ileri götüren bir etken değil. İlk kabulümüz bu olmalı. Bu paranın nasıl yönlendirildiği, nasıl harcandığı, harcama yetkisini bulunduran kişilerin kim olduğu, bu kişilerin hangi süreçlerle camialarına hesap verebildiği, nasıl denetlendikleri gibi öncelikli meselelerimiz var. Parayı denetleyemezsen; o para üretime değil, ranta dönüşüyor ve futbolun böyle bir amaca hizmet etmesi gerektiğini de savunmak mümkün değil.

İkinci olarak da, belli takımları destekleyen, tekeller oluşturan yapılardan ziyade, gerçek rekabetin destekleneceği, çok daha eşitlikçi bir dağıtım sisteminin kurulması. Bu yapılmadığında, yabancıların “too big to fail” dedikleri, yani sistemin belli bir süre sonra belli kulüpleri ayakta tutmaya çalışmaktan, diğer işlevlerini yerine getiremediği, o kulüplerin de ne kadar kötü yönetilirlerse yönetilsin belli bir seviyenin altına isteseler de düşemedikleri, yani rekabetin gerçek manada katledildiği yapılar ortaya çıkıyor. Büyük veya küçük; kötü yönetiliyorsa aşağı inemiyor, iyi yönetiliyorsa yukarı çıkamıyorsa oradaki vasatlaşma bir süre sonra sistemin her zerresini kaplıyor ve bugün de yaşadığımız bu.