Belki geçmişte, bu yazı bir kez daha yazılmıştır. Kim bilir?
Biraz sonra, yarının yazısı için masa başına oturacağım. Konu birkaç gün önceden belli. Sanatımıza ve edebiyatımıza ilişkin bir kavram tartışması. Ama sabah gazeteleri okur okumaz o konudan vazgeçiyorum. Yine güneydoğuda ölüm. Bu kez tam on asker. Gencecik. Konumu değiştiriyorum. Bugün sadece ‘ölüm kültürü’ üzerine bir şeyler yazabilirim. Hem, günlük ölümlere çoktandır aldırmayan veya aslında ‘ölünmeyebilecek’ ölümleri sözü edilmeye değer bulmayan bir sanat ve edebiyat üzerine yazmaktan çok daha anlamlıdır – diye düşünüyorum.
Yanlış bir ‘ölüm kültürü’nde direnmeyi, artık yılların, dahası onyılların alışkanlığına dönüştürdük. Herhangi bir konu üzerinde uzunca, hele derinlemesine düşünmekten asla hoşlanmayan bir toplum olarak, ölüm konusunda da nicedir alışılagelmiş, alışılageldiği için de etkisini çoktan yitirmiş ‘klişeler’le baş başa yaşıyoruz. Her yeni ölümle birlikte aynı çekmeceyi açıp, aynı klişeleri kitle iletişim organlarının tamamında, ve bu arada asıl önemlisi, kendi ‘zihinlerimizde’ – zihinlerimiz yerine az kalsın ‘kendi düşünce dünyamızda’ diyecektim, neyse ki son anda, bunun ne kadar yanlış bir söylem olacağının farkına vardım; çünkü aslında ne ‘kendi’miz varız, ne de ‘düşünce dünyamız’ ! -, evet, kendi zihinlerimizde kullanmaktayız.
Bu klişelerin tümünün ortak noktası, hepsinin de gerçeklikten tümüyle kopuk olması. Kimi ölümleri ve onların sorumluluğunu üstümüzden atmak için bulduğumuz yalanlar. Bu yalanların en iğrenç yanı ise, ölenlere atfen oluşturulmuş temeller üzerine inşa edilmeleri. Zaten ‘ölenlere atfen’ bir şeyler söylemek veya yazmak, oldum olası çok benimsenen bir yoldur; zira ölenlerin yalanlamaları veya onaylamaları diye bir durum ya da ‘sakınca’, söz konusu değildir.
Zira onlar, artık bir kez ‘ölmüşlerdir’, ve, Elias Canetti’nin ünlü ‘Notlar’ının bir yerindeki o kısacık, fakat okuyanı kahredici deyişiyle, “Ölmüş bir insan, kendi ölmüşlüğünün dışında hiçbir şeyin kanıtı değildir…” Şimdi, “Bu da ne demek?” diye soranlar çıkabilir – isterseniz yanıtı/yanıtları, kendi ‘yanlış’ ölüm kültürümüzde arayalım.
Sadece son bir ayda, dünkülerle birlikte, kırk altı askerimiz çarpışmalarda ölmüş. Daha doğrusu, saldırılarda. Çünkü çarpışmadan söz edebilmek için, çarpışan en az iki tarafın varlığı gerekir. Bizde çoğunlukla böyle bir durum yok. Ya içinde askerlerin bulunduğu araçlar – dünkü olayda olduğu gibi – havaya uçuruluyor, ya da askerlerimiz ani baskınlarda, daha çarpışmaya fırsat bulamadan, ölüyor.
Peki neler diyoruz arkalarından? Bakın bu soru çok önemli, çünkü yalanlarımızın başladığı yer burası.
Bir : “Vatanları uğruna gözlerini kırpmadan canlarını verdiler…” Olmaz. Doğaya ve ‘canlı’ kavramına aykırı. İnsanlar da, hayvanlar da beklenmedik ölümle karşılaşma anında ‘gözlerini kırparlar’, çünkü bu, onların iradesinden bağımsız bir refleks hareketidir. Peki neden yadsıyoruz bunca doğal bir gerçeği? Gözlerini kırpanlar ‘korkak’ sayılacakları için mi?
İki : “Canlarını seve seve verdiler…” Bakın, bu da olmaz, hele ölme olasılığınızın da bulunduğu bir yerlere gönderilmiş iseniz, hiç olmaz. Ölmek, olsa olsa ve kuraldışı bazı durumlarda ‘yeğlenebilir’ veya ‘göze alınabilir’, ama asla SEVİLMEZ!
Üçüncü ve en büyük yalan : “Korkmadan ölüme gittiler…” Bu klişeyi kullananlara sormak gerekir : Yanlarında mıydınız? Böyle mi dediler size? Kendi kulaklarınızla mı duydunuz? Bunun dışında, ayrıca çok cahilce bir yalan, çünkü cesaret, her zaman bir ‘korkuya rağmen’ durumudur. Korkmanın olmadığı yerde cesaretten söz etmek, anlamsızdır.
Son öldürülen on kişi, son bir ayda öldürülen kırk altı kişi, yıllardır öldürülen on binlerce kişi - isterseniz bırakalım artık şu yalan temelinde yükselen yanlış ölüm kültürünün hamasetini de, bunca genç geçmişte neler yapılsaydı ölmemiş olurdu, bu sorunun yanıtını/yanıtlarını – ama artık hiçbir yalana sığınmadan! – arayalım!
Evet, belki de geçmişte, bu yazı bir kez daha yazılmıştır. Kim bilir?
Önemi yok.
Yeter ki, bir daha yazılmasın!