Son zamanlarda Doğan Grubu’ndan sızan belgeler ve telefon konuşmaları, yalnızca ‘aile içi bir çekişme’ ile sınırlı olmanın çok ötesinde, ülkemizde ‘yandaş medya’ diye adlandırılan olgunun basın ahlâkını nasıl yerle bir ettiğini bir kez daha gözler önüne serdi.
Ve bu durum karşısında ben, eskiden yazdığım kimi şeyleri bir kez daha yinelemek zorunda kalıyorum. Çünkü son günlerin basına yansıyan basın(!) olayları, o ‘eskiden yazdığım’ dediklerimi – ne yazık ki! – bir kez daha doğruluyor.
Türkiye’de yandaş medyanın bilinçsiz intiharı süreci, medya kuruluşlarının yönetimlerinin salt kazanç amaçlı büyük ticari işletmelerin eline geçmesiyle tamamlanmıştu. Daha doğrusu, gazetesinde ve/veya televizyonunda iktidarın buyruğuyla çalışanlar arasında ‘değişiklik’ yapan ilk medya organı sahibi ticari işletme yöneticisinin ortaya çıkışıyla birlikte, ‘yandaş medyanın bilinçsiz intiharı’ diye adlandırdığım olgu da gerçekleşmişti. Bu arada, “Başbakan istesin, gazetemi hemen kapatırım!” diyen holding sahibi, kanımca kendi ‘kampının’ en tutarlı(!) kişisi olma niteliğini kazandı. Çünkü bu söylem, şunu dile getiriyordu: “Ben, medya aracılığı ile iktidara muhalefet etmekten, basının dördüncü güç olmasından, tarafsız habercilikten falan anlamam! Benim sahip olduğum medya organının tek hedefi, iktidar ile hep uyum içerisinde bir ilişkiyi sürdürerek ticari işletmelerimin kazancını arttırmak olabilir!”
Evet. Bu, gerçekten de yürekli(!); ve ‘yandaş’ diye anılan medyayı neredeyse eksiksiz tanımlayan bir açıklamaydı.
Zaten her şey, bu açıklama doğrultusunda ve onun doğruluğunu kanıtlar biçimde olup bitti. Gazetelerin ve televizyonların tarafsız habercilik yapmakta direnen, bu ülkede ‘medyanın ahlâkı’ diye özel bir ahlâkın hâlâ varlığını savunan bütün yazarlar, program yapımcıları vb. bir anda işten atıldı. Ve böyle bir önlemin ticari işletmelerin kazanç amaçlarına ne kadar geniş ölçüde hizmet ettiği de çok somut biçimde ortaya çıktı. Günlerce basında sözü edilmiş trilyonluk vergi borçları, bir gecede silinip gitti. AVM açma izinleri ve arsalarda inşaat ruhsatları göklerden bereketli yağmurlar gibi yağdı.
Ve sonra ansızın, belki de günlerden bir gün, bir de baktık ki, karşımızda iki ‘Türkiye’ var!
Evet, yanlış okumadınız. Artık uzunca bir süredir karşımızda bir değil, iki Türkiye var. Ve bizler, yani gazetelerini okuyup televizyonunu izleyen sıradan ölümlüler, bir anda dünyada eşine ender rastlanan bir ayrıcalığa kavuştuk. Normali, herkesin tek bir vatandaşlığının ve vatanının bulunması iken, bizler ansızın çok-vatanlı vatandaşlara dönüştük. Eşzamanlı olarak, bir taraftan yandaş medyanın bize Türkiye diye sunduğu vatanda, öte yandan da sayıları artık birkaç taneye inmiş ve indirgenmiş muhalif medya organlarınca haberleri ve görüntüleri sergilenen bir ikinci Türkiye’de yaşamaya başladık!
Bu ikilik, yorum farkından falan kaynaklanan bir durum değil, onun için lütfen yanlış anlaşılmasın! Çünkü ‘yorum farkı’, ancak olgular aynı kaldığı sürece olabilecek bir durumdur. Aynı olguyu, aynı olayı bakış açılarımıza göre ‘farklı’ değerlendirebiliriz. Ama aynı olay, medyalardan birine göre ‘olmuş’, ötekine göre ise ‘olmamış’ diye anlatılırsa, ortada artık ‘yorum farkı’ değil, ama ‘yalan farkı’ vardır; başka deyişle, ‘olan’ ile ‘olmayan’ aynı gerçekliğin çatısı altında yer alamayacağından, böyle bir durumda ortada bir ‘yalan’, bir de ‘doğru’ vardır.
Yandaş medya, ‘yalan’ı seçerek yaşamayı da seçtiğine inandı ve inanmayı sürdürüyor. Oysa bu, doğru değil. Çünkü ‘medya’, çünkü ‘tarafsız habercilik’, yalan ile özdeşleşemez. Dolayısıyla bu bağlamda yalanı seçen, medya olma niteliğini de yitirmiş, yani hayatta ve ayakta kalayım derken aslında farkında olmadan intihar etmiş demektir!
Bu böyledir, zira, bir kez daha yinelemiş olalım: Gerçek, hiçbir yalana benzemeyen bir şeydir!