Yakın tehlike

Bölgesel çözümlemelerde en yakın mantığa/olasılığa bağlı kalmak yanıltıcıdır. Şöyle örnekler verilebilir: emperyalizm IŞİD sayesinde Kürdistan’ı kurmaya, Maliki’yi cezalandırmaya çalışıyor; IŞİD bazı petrol şirketlerinin taşeronudur (Alman görüşü, Der Spiegel’den); ya da çok sık ifade edilen bir görüş: Davutoğlu’nun başbakan olması ABD’de kararlaştırıldı. Bu türden örnekleri çoğaltmak mümkün. Biz sadece sonuncu yanılsama üzerinde duracağız, çünkü önemli, zira “yakın tehlike”ye işaret ediyor.

Fakat önce iki noktayı belirtmek gerekir: birincisi, emperyalist bir güç olarak ABD sahada bulunan bütün aktörlere oynar, hepsini kullanmaya çalışır, hiçbirinden vazgeçmez; çatışma halinde olduğu düşmanını, hatta deprem, fırtına gibi doğal afetleri bile taktik çıkarlarına uygun biçimde manipüle etmeye çalışır. İkincisi, ABD’nin istihbarat ağlarının en güçlü olduğu, başta medya olmak üzere toplumun bütün resmi ve sivil kurumlarına derinlemesine nüfuz ettiği ülkelerin başında bizim ülkemiz gelmektedir.

Davutoğlu, Suriye iç savaşının başlamasından iki yıl önce, 2009’da Dışişleri Bakanı oldu. Sonraki kariyerine ve vazgeçilmezliğine bakarak, RTE’ye teorisyen olarak hizmet ettiğini, başbakanlık danışmanı olduğu sırada ona yeni bir dış politika perspektifi kazandırdığını söyleyebiliriz. Bakan olduğunda elinde kalın bir kitap vardı: Stratejik Derinlik.

Bu enteresan şahsiyetin stratejik düşünce âlemi yine iki noktada özetlenebilir: Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun doğal (jeopolitik) mirasçısı olan Türkiye bir “Müslüman süpergüç” olarak İslam dünyasını (yani Sünni İslam âlemini) birleştirme potansiyeline sahiptir ve öncelik (yani yayılma alanları) güney istikametindedir; ikincisi, 19. asırda ulusçuluk Avrupa’da feodalitenin böldüğü yapıları birleştirerek olumlu bir rol oynarken, Türkiye’de “tarihten gelmiş organik yapıları dağıtarak geçici ve suni kimlikler ve karşıtlıklar ortaya çıkardı”; bu nedenle, ulusçulukla “hesaplaşma zamanı gelmiştir” (alıntılar: Hürriyet, 17 Eylül 2012).

Bu görüşleri tartışmayacağız. Ancak şunu belirtmek gerekir ki Davutoğlu’nun jeostratejik öngörüsü kendisine ait değil. Stratejik Derinlik adlı kitap, Amerikalı amiral Alfred Mahan’ın başlattığı, İngiliz coğrafyacı Halford Mackinder’in katkıda bulunduğu, nihayet çevreleme/containment siyasetinin babası Nicholas J. Spykman’in geliştirdiği bir genel modelin içine Türkiye’yi “bölgesel merkez ülke” olarak yerleştirme çabasından ibarettir. Ulusçulukla hesaplaşma, Kemalizm’i tamamen yok etme ve devleti İslamlaştırma girişiminin bu strateji modelinin bir gereği olduğu açıktır.

2009’dan bu yana Ortadoğu’da yaşanan bütün olaylarda; Suriye krizinin bütün evrelerinde, Mısır’da Mursi iktidarı döneminde ve sonrasında, Irak’ta Maliki’yi devirme girişimlerinde, Irak Kürdistan’ıyla yakınlaşma çabalarında, IŞİD’le olan ilişkilerde; kısacası, AKP iktidarının bölgesel güneye ilişkin bütün dış politika davranışlarında bu stratejik yaklaşımın belirgin olduğunu gördük. Stratejik istikametini güney yönünde belirleyen AKP, eski Osmanlı emperyal alanına benzer bir coğrafyada, Sünnileri temel alan bir hâkimiyet alanı oluşturmaya çalıştı (ne kadar başarısız olduğu bu yazının konusu değil).

Davutoğlu’nun, dünyayı bilmediğini ya da geri zekâlı olduğunu söyleyemeyiz. Böyle bir stratejiye İran/Rusya/Çin’in asla izin vermeyeceğini, ancak ABD’nin taşeronu (çok eski bir terimle: alt-emperyalist) olarak, vekâleten Sünni güneye doğru açılımın mümkün olduğunu bilecek kapasiteye sahip.

Fakat ABD’den ve Avrupa’nın patronu Almanya’dan gelen bütün sinyaller, Ekim 2013 tarihli Edelman-Abramowitz raporu ve Cumhurbaşkanlığı seçiminden hemen önce Amerikan düşünce kuruluşlarının AKP hükümetini kınadığı bütün toplantılardan (Madeleine Albright: “AKP bizi hayal kırıklığına uğrattı); şu son dinleme skandalında Alman hükümetinin ters tutumuna kadar, Batı’nın bu Yeni Osmanlı projesine kesinlikle karşı olduğunu gösterdi. Batı basını Türkiye’yi IŞİD’in cephe gerisi olarak görüyor. Bir başka açıdan, Yeni Soğuk Savaş’ın sınırlarında dolaşan bir dünyada kimse AKP’ye bölgesel bir Sünni imparatorluğu kurdurmaz.

Bu durumda “uzun ile kısa”nın içeride konsolidasyona giderek tek parti diktatörlüğü kurmaktan başka çaresi yok. Başkan RTE çok iddialı; restorasyondan, hatta “yeni sosyoloji”den bahsediyor. Şöyle diyor: “Yaşadığımız bu yeni sosyolojiyi herkesin iyi okuması gerekir.” Kendisinin de Sultan Vahidettin Efendi Hazretleri’nden bu yana yaşanan tarihi büyük bir dikkatle okuması gerekiyor.

ABD’nin bölgede yeni bir “koalisyon ordusu”yla askeri harekâta başlama kararı, AKP için sonun başlangıcı olabilir. Böylesine fırtınalı bir denizde hiçbir tekne ansızın dümen kırıp yön değiştiremez.

Yeterince örgütlü olmayan, fakat çok daha hırslı bir Mursi vakasıyla karşı karşıya olduğumuzu; halkımızı ne yazık ki çok zor ve acı dolu günlerin beklediğini söyleyebiliriz.