Bir kere daha anlamsız, pratik ya da teorik değeri olmayan bir tartışmaya zorlandığımız ortada. Halk, somut olarak da seçmen desteğinin azaldığı, ilk yıllardaki kitle desteğinin altına düştüğü belli olan ve artık parti adıyla anılmayan iktidar varlığını - gücünü koruyabilmek için bir kere daha “reform” yanılsamasına başvurdu. Varlık ve gücü iki ayrı olgu olarak aldım, çünkü ikisi arasındaki ilişki artık paralel ya da iç içe değil; varolmayı sürdüren siyasi özne artık güç sahibi olarak tanımlanamıyor. Yalnızca varolmaktan kaynaklanan olanakları yeniden güce çevirebilmek için çaba harcadığı savunulabiliyor.
Varlığını sürdürebilmesinin nedeni, 2015 Haziran seçimlerinde Meclis çoğunluğunu yitirdiği büyük kırılmayı Kasım’da zafere çevirmeyi başaran “beceri”, henüz bozulmamış Cemaat ittifakı ile birlikte fikri düzeydeki meşruiyetini büyük ölçüde liberal tedirginliğe borçluydu. Nihayet ortağın 2016 Temmuz darbe girişimiyle somutlaşan ihanetinin yarattığı kaos, rahatlıkla onaylanan ve “de facto” sürdürülen olağanüstü hal ile baskılandı. Bu süreç 16 Nisan 2017’te OHAL koşullarında yapılan referandumla gerçekleşen sistem değişikliği sonrasında 2018’de Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimiyle noktalanmıştır. Bu tarih, zirve ama aynı zamanda inişin başladığı tarihtir. Özetle güç yitiminin, iktidarda başlayan tasfiyelerle hızlanan sürecin de hikayesidir. Carl Schmitt teorilerinden mülhem “istisnanın sürekliliğine” dayalı olarak sürdürülen erk o tarihten başlayarak artık halkın, somut olarak seçmenlerin gözünde güç yitirmeye, “de Jure” olmaktan çıktığına dair anlayış güçlenmeye başlamıştır.
O nedenle varlık ile güç sahibi olmak farklılaştı; birisi yani varlığını sürdürme şimdilik düz bir çizgi halinde ilerlerken diğeri hızla aşağı iniyor. Ama bu paradoks uzun süre çözümsüz kalamaz. Bir şekilde ya varlık yeniden güçle donanacak, -ki bu türden örnekler tarihte pek görülmüyor- ya da sona erecektir. İktidar bu durumun tüm ayrıntısını, olanakları, zaafları çok iyi bilmekte, stratejisini de bu bilgi ışığında kurmaya çalışmaktadır.
SERMAYEYE ÇAĞRI REFORMU
Reform söyleminin yeniden gündeme getirilmesinin nedeni, amacı varlık ile gücü yeniden birleştirme niyetidir. Bunun olabilmesi, tarihte örneği görünmeyen bir işin başarılabilmesi iktidarın ideolojik varlığını sorgulaması, köklü bir değişim geçirmesi ile mümkün olabilirdi. Böyle bir gelişmenin politik imkansızlığı bir yana bu tür bir niyete dönüşebilmesi bile eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu nedenle de şimdi stratejik bile değil taktik bir çıkışla yeniden reformdan söz edilmesi, izlenen sürecin bir devamı olarak “Değişim dinamik bir süreçtir. Biz reform gündeminden hiç kopmadık. Yeni reformlarla yolumuza devam ediyoruz" diye tanıtılması zamana yani ekonomiden kaynaklanan zorunluluklara uyma niyeti, iyi anlaşılmalı, herhangi bir boş umudun yeşermesine olanak tanınmamalıdır.
Ama öyle anlaşılıyor ki, artan baskılardan, özellikle düşünce özgürlüğünün giderek kısıtlanmasından, siyasi alana uzanmasından, gözaltı ve tutuklamaların, uzun süreli tutuklulukların artmasından doğal olarak şikayetçi olanlarda reform demagojisine inanma eğilimi ortaya çıkabilmektedir. Ne olduğu bilinmeyen reform, gerçekleşmeyeceğine inansa bile bir umut olarak insanda yaşayabiliyor. Küçük değişiklikler, sürekliliği olmayan adımlar da bu tür yanılsamaları besliyor. İktidarın güç yitimini önlemek için başvurduğu reform söyleminin açığa çıkartılması, deşifre edilmesi de bu nedenle daha çok önem kazanıyor.
Zaten paketler halinde açıklanan, meclise gönderilen paketlerin içeriği de çıkan yasalar da durumu açık bir şekilde gösteriyor. Önceki reform paketleri belli kesimlerin, kişilerin hapisten kurtarılmasına, baroların bölünmesine odaklanmıştı. Arada yargıdaki kimi inkar edilmesi zor haksızlıkların düzeltilmiş olması genel çerçeveyi değiştirmiyor. Şimdi hazırlandığı söylenen pakette ne olduğunu henüz bilmiyoruz ama bir imaj düzeltme manevrası ile özellikle de uluslararası sermayenin dönüşünü sağlamayı amaçladığı gizlenmiyor. Gerçek bir reform olabileceğine inanmayı seçenleri uyutma amaçlı uygulamalar ise henüz torbadan çıkmadı.
Batının dikkatini özellikle çekmiş Osman Kavala gibi hakkı hukuku açıkça yok edilmiş olanlarla, siyasi olduğu inkar edilemeyecek Selahattin Demirtaş ve arkadaşlarının tutukluluklarının yasalarda bir değişiklik ya da uygulamada bir içtihat değişlikliğine yol açacak kararlarla ortadan kaldırılması olmaksızın hangi reformdan söz edilebilir ki? HSK’nın Kavala davasında haksız tutuklamalara imza atan hakim ve savcıların isimlerini istemesi ise gerçekten durumu anlamak için yeterli sayılmalı. Çünkü o davada haksız tutuklamalara imza atan hakim ve savcıların bir kısmı şu anda HSK ve Yargıtay üyesidirler. İşte öyle kaotik bir zaman dilimindeyiz. Kemal Can’ın söylediği gibi: “Hem hiçbir şeyin değişmeyeceği, hem hiçbir şeyin artık yerinde olmadığı hissinin aynı anda yaşandığı günlerden geçiyoruz. En “güçlü” olanın en güvensiz, en güçsüz görünenin en ciddi tehdit olabildiği bir zaman. Emin olunduğunda çoktan bitmiş, farkına varıldığında geçmişte kalmış gelişmeleri konuştuğumuz; daha başlamamışı özlediğimiz, yola çıkmamışı gecikmiş sandığımız çok oluyor. Bitenin gitmediği, gelenin kendini göstermediği, kriz rüzgarlarının savurduğu fazla uzun süren bir ara dönem bu.” ( Duvar. 18.11.2020)
SALGININ GİZLENEMEZ KARAKTERİ
“Bitenin”, güç yitimi ile inişe geçmiş iktidarın varlığını da uzun süre koruyamayacağını söylenebilir. Ama uzayan süreçte bu durum de facto uygulamalara zemin hazırlıyor, kaotik ortamı besliyor, normal koşullarda olmayacak işlerin örneğin hapisten iktidar ortağının yoğun desteği ile çıkartılmış bir kişinin ana muhalefet liderini tehdit edebilmesi, Cumhurbaşkanı’na hakaret iddiasıyla soruşturulan kişilerin sayısının onbinleri aşması, sokakta görüşlerini açıklayan herhangi bir siyasi aidiyeti bulunmayan yurttaşların sorgulanması, tutuklanması doğal sayılabiliyor, yadırganmıyor.
Kaotik ortamın bir diğer bileşeni ise iktidarın artık gizlenmesi imkansız sayılarla hâlâ yurttaşları oyalamanın mümkün olduğunu düşünmesi, kafa karışıklığının kaosun kendisine de sıçradığının farkına varamamasıdır. Salgın kontrolden çıktı. Bu durumun doğal olarak onu en başta gelen kaygı nedeni olarak gören yurttaşlarda da yılgınlığa yol açması normaldir. Bu nedenle de sosyal aynı zamanda siyasal gündemin birinci maddesi salgındır, salgınla mücadeleyi baştan beri yanlış yönetmiş iktidarın beceriksizliği ile savaşırken, aynı zamanda yılgınlığa düşmemek için de çaba harcamak gerekiyor.
Salgınla mücadele siyasal ve sınıfsal bir karakter taşıyor. Varlıklıların da hastalığa tutulması başımıza gelenin siyasi ve sınıfsal karakterini ortadan kaldırmak bir yana daha açık bir şekilde gözler önüne seriyor. Bunu görmek isteyenler uluslararası düzeyde aşı savaşlarına, hastanelerde yer bulmanın giderek imkansızlaşmasına, ülkemizde testlerin devlet eliyle özel sektöre nasıl devredildiğine, özel hastanelerde sağlık aramanın nasıl pahalı hale geldiğine, yüksek test ve tomografi bedellerine, örneğin bir tomografi çektirmenin 1000 liradan az olmadığı gerçeğine bakmalıdırlar. Virüs varlıklı yoksul ayırmıyor olabilir ama onunla savaşta, bulaşıyla mücadelede, sağaltımda aynı olanaklara sahip değiliz.
***
Hep söylüyoruz iktidarın artık insanları inandırabileceği bir hikayesi yok. Anlattıkları dinleye dinleye bıktığımız, liberalleri bile ikna edemeyen eski hikayeler. Bunlar iktidarın varlığını korumak güç yitimini önlemek için yeterli değil, işe yaramıyorlar artık. O eski hikayenin artık sona ermesi, değişmesi gerekiyor. Peki nasıl?
Kemal Can’ın dediği gibi: “Tamamlanmış, bitmiş ve aslında geçmişe ait bu hikayenin değişmesi, başka karakterlerin sahiden başka biçimde hikayeye katılma cesaretiyle mümkün olabilir.”