Önce sevgili okurlarımdan geçen hafta için özür dilerim. Ama tam yazımı yazacağım gece geçirdiğim bir mide spazmı yüzünden ‘yazmamak’tan başka bir seçeneğim kalmamıştı.
Evet, bu hafta ACKA’nın (“Ahmet Cemal Kültür Atölyesi”nin) üretimleri üzerine biraz bilgi vermek istiyorum. Çünkü kurulalı henüz bir yıl dört ay olmuşken, başka deyişle iki yılı doldurmamıza daha epey varken, hep birlikte ‘üretimlerimiz’ gibi bir çoğul-söylem kullanabilmenin mutluluğunu yaşıyoruz. Çünkü çabalarımız, artık yalnızca programlı haftalık atölye çalışmaları ile sınırlı değil. Web sayfamızdan da görülebileceği gibi, bundan böyle üyelerimizin, başta edebiyatın çeşitli türleri olmak üzere, bireysel çabaları ile gerçekleştirdikleri ürünler de atölyemizin çatısı altında yerini bulacak. Atölye ile bu ürünler arasında ilişki kurmamız, üyelerimizin atölyenin kuruluşundan bu yana geçen on altı aylık sürede programlı haftalık çalışmaların, yani verilen derslerin zaman içersinde kendi bireysel üretimlerini de etkilemeye başladığı yolundaki açıklamalarından kaynaklandı.
Bu ürünlerden oluşturulan seçkiyi en geç önümüzdeki Pazartesiden itibaren web sayfamızda bulabileceksiniz.
Bundan üç hafta önce atölyemizde “Stüdyo A” adlı yeni bir birimi açtık. Atölyenin yönelimleri çoğunlukla tiyatro ve edebiyat ağırlıklı olan üyelerinden bazıları ile, doğrudan yeni birimde çalışmak için aramıza katılan değerli arkadaşlardan oluşan “Stüdyo A”nın uğraş alanı, tiyatro üzerine kuramsal çalışmalar olacak. Bu yöndeki çalışmalarımıza üç hafta önce “Shakespeare ve Politik Tiyatro” başlıklı bir proje ile başladık. Üç hafta gibi kısa bir sürede aldığımız yol, hepimize gelecekte bu birimde tiyatro kuramı bağlamında çok daha uzun soluklu girişimlerde bulunabileceğimiz yolunda haklı umutlar aşıladı.
“Stüdyo A”nın çalışmalarından çeşitli aşamalara ve kesitlere bu birimin web sayfamızdaki kendi başlığı altında yer vereceğiz. Bu arada haftalık birim toplantılarındaki tartışmaların ses kayıtlarından yapacağımız kimi seçmeleri de, yazıya dökülmüş olarak ve yine web sayfamız aracılığıyla ACKA’nın bütün üyeleri için erişilebilir kılacağız.
Geçtiğimiz Pazartesi günü Cumhuriyet gazetesindeki köşemde “Işık, ancak aranırsa bulunur…” başlığı ile çıkan yazımın bir yerinde, “Asıl karanlık, ışığın aranmamasıdır” altbaşlığı altında şöyle dedim: “Gerçek ‘Aydınlanma’, ancak birey olması istenenlere bu bağlamda dokunulabildiği, yeterince kararlılıkla seslenilebildiği ve bu yöndeki hiçbir bireysel çabanın küçümsenmediği takdirde gerçekleşebileceğine umut bağlanabilecek bir olgudur. ACKA’nın çok kısa geçmişinde atılan asıl büyük adım, sanırım bu oldu. Özellikle bu yılın başında eklenen yeni bir sınıfla birlikte atölyemiz, hiçbir verinin tartışılmadan bilgiye dönüştürülmediği bir ‘beyin fırtınası mekânı’na dönüştü…”
Şunu da açıkça belirtmeliyim ki, ACKA’ın geride kalan on altı aylık zamanı, pürüzsüz geçmedi. Sabahattin Eyuboğlu, ülkemizde kurumlaşma kültürü üzerine bundan yaklaşık elli yıl önce kaleme aldığı bir denemesinde özetle şöyle demişti: “Bizde kurumlaşma, hiç de kolay değildir. Çünkü yüksek bir amaç için üç beş kişi bir araya gelse bile, bunların arasından çoğunlukla ‘benlik’ davası güden biri çıkar ve her şeyi bozar…”
Geride kalan Ekim ayının ilk yarısında ACKA’nın çatısı altında yaşadıklarımız, Eyuboğlu’nun yukarıdaki saptamasının geçerliliğini ne yazık ki hâlâ koruduğunu gösterdi. Ama bu olayı erken yaşamamız, aslında iki açıdan kurumumuzun yararına oldu. Her şeyden önce ACKA üyelerinin büyük çoğunluğunun kurum bilincinin bu türden bozgunculukların üstesinden gelebilecek kadar güçlü olduğunu kanıtladı; başka deyişle kurum, bu girişimi doğrudan kendi gücü ile etkisiz kıldı. İkinci olumlu sonuç ise, bu olaydan erken dersler çıkartarak böyle girişimlerin yinelenmesini gelecekte bütünüyle olanaksız kılacak önlemleri almamız oldu.
Kısacası, kanımca ACKA bundan böyle yoluna hep ‘aydınlanmadan yana’ bir bilinçle devam edebilecek!