Üniversiteler açıldı, ne okumalı?

Üniversiteden uzaktayım ama yine de o kesimden geniş bir çevrem var. Üstelik bu çevre yaşadığım kentle de sınırlı değil. Yaptığımız konuşmalarda hayretle öğretim üyelerinin üniversite konusunda yeterince bilgili olmadıklarını görüyorum. Elbette sürekli bu konuyu konuşmuyoruz, hatta çok az konuştuğumuzu bile söyleyebilirim ama sıradan, günlük yaşam anlatılarında verdikleri küçük ipuçları, beni bu yargıya götürüyor.  

Genelde üniversiteye ‘para kazanılan yer’ olarak bakıldığını rahatlıkla söyleyebilirim. İkinci sırada ise eğitim geliyor; bu akademisyenlerin kendilerini ‘hoca’ olarak gördükleri nokta olsa gerek. Nadiren ‘bilgi üretimi’ kaygısı taşıyanla karşılaşırken, üniversitenin bir ‘entelektüel ortam’ olması gerektiğini söyleyen veya ‘fikir üreten, uyaran’ olması gerektiğini vurgulayan pek çıkmıyor.

Yazılarımı takip edenler bilir; kitaplar üzerinden düşüncelerimi yazarım ama kitap önermeyi pek sevmem. Bu kez önereceğim, hatta bir değil üç kitap önereceğim; daha doğrusu üç kitap teması önereceğim.

İlk olarak bir bütün olarak üniversite kavramını tartışmak gerekiyor. Kitapçılarda İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Küre yayınlarından konuyla ilgili çok sayıda kitap bulunuyor örneğin. Bunlardan bir tanesi alınıp okunabilir. Ben bu kez Andrew Delbanco’nun Üniversite isimli kitabını seçtim. Kitabın alt başlığı ‘Neydi, Ne Durumda ve Nasıl Olmalı’. Delbanco ABD’li bir sosyal bilimci. Üniversitelerin ticarileşmesini, eğitimin eski yetkinliğini yitirmesini ve tüketim kültürünün akademi yaşamında egemen hale gelişini hem içinde yaşadığı ortamı değerlendirerek, hem de uzmanlık alanı birikimini aktararak tarihsel bir perspektif içerisinde irdeliyor. Üniversitenin korunmasının gelecek nesillere olan bir borç olduğunu söyleyerek soruna noktayı da koyuyor. 

KÜNYE: Üniversite. Andrew Delbanco, Küre Yay., Çev.: Emrah Saraçoğlu, 2915. Etiket fiyatı 53 TL.

Delbanco, “Araştırma bir tür öğretmenlik, öğretmenlik bir tür araştırmadır” diyerek veya Emerson’dan alıntıyla “Bir üniversite profesörü, büyük oranda sokaktan toplanmış genç adamlardan oluşan bir takımın içine salıverilmesinden sonra seçilmelidir. Belirli bir süre sonra gençlerin kendisine kulak kesilmesini sağlayan kişi profesör olmalıdır” önerisiyle, tüm görüşlerine katılmasanız bile ortaya çok iyi bir tartışma metni koyuyor. Alıntılardan fark etmişsinizdir, kitabı okurken keşke çeviri biraz daha özenli olsaydı diyor insan.

İkinci okuma teması olarak ‘Türkiye’deki üniversitelerin bugünkü durumu’nu önereceğim. Yine bu konuda da kaynak çok fazla; özellikle YÖK’ün her yıl yayınladığı kitaplarda bir önceki yılın sayısal değerlendirmesi bulunabilir. Ben Eğitim Bir-Sen’in 2017-2020 yılları arasında yayınladığı Yükseköğretime Bakış raporlarını okudum.  Bu raporlarda varılan sonuçların çoğuna katılmamakla beraber, yükseköğretime giriş, mezun sayıları, öğretim elemanı dağılımı, akademik performans, finansman gibi konularda gerekli tüm sayısal veriler ortaya konuyor. Bu veriler, bütüncül bir bakış oluşturmada çok önemli bence.

KÜNYE: Yükseköğretime Bakış 2017, 2018, 2019, 2020. Eğitim Bir-Sen Yay. Satılmıyor, sendikadan istenebilir, sitelerinde pdf şekli var.

Örneğin, Türkiye’de yıllar içerisinde kimi programlarda kontenjanlar azaltılmasına karşın yine de çok sayıda bölümün kontenjanlarının halâ dolmaması, hatta kimi bölümleri hiçbir öğrencinin tercih etmemesi üzerinde durulması gereken bir konu. Bu durumda “yeni üniversite açtık, kontenjanları artırdık” gibi söylemlerin ne denli anlamsız olduğu kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor. Üstelik 2019 yılı itibariyle Türkiye’de bin kişiden 95’i üniversite öğrencisiyken. Türkiye bu alanda Avrupa’nın önde gelen ülkelerini açık farkla geride bırakıyor.  Türkiye’yi sırasıyla Yunanistan (74), Kıbrıs (57), Norveç (54), Finlandiya (53), Danimarka (53) ve Hollanda (51) takip ediyor. AB ülkelerinin ortalaması ise 38(1)

Son verilere göre Türkiye’de toplam öğretim elemanı sayısı 175 bine, öğretim üyesi sayısı ise 76 bine ulaşmış durumda. Gerçekten de azımsanmayacak rakamlar bunlar. Ancak halâ öğretim elemanı başına 45 öğrenci düşmekte ki, bu da 15 olan OECD ortalamasının hayli üzerinde ve öğrenci başına düşen harcama da düşme eğiliminde.  Bilgi üretiminin en önemli göstergesi olan ciddi yayın sayısı ise yıllar içerisinde artarken, dünya yayın sayısında Türkiye’nin payı azalmakta. 

Elbette benim aktardıklarım çok yüzeysel veriler; yıllar içindeki değişimleri görmek, insanın kafasında daha net bir fotoğraf oluşturuyor. Gerek Yükseköğretime Bakış raporlarında, gerekse diğerlerinde verilerin grafik sunumları var. Yorumlarına çok takılmadan verileri incelemek Türkiye’de üniversitenin durumunu anlamak için yeterli bence.

1980 öncesinde ben üniversite öğrencisiyken, öğrenci forumları olurdu. Her siyasi grup temsilcisi konuşmasına önce dünyanın durumu, bunun Türkiye’ye yansıması, özel olarak İzmir’e etkilerini anlattıktan sonra esas konuya, örneğin kantindeki yüksek fiyatlara gelirdi. Benimki de böyle oluyor gibi ama bir üniversite okumasının üçüncü aşaması, herkesin yakınındaki bir üniversite ve/veya fakülte olmalıdır derim. Bu konuda dışarıdan yazılmış kitaplar kadar, üniversitenin kendi yayınladığı kitaplar da olabilir. Evet, taraflı yazılmışlardır ama olsun; kesinlikle bilgi verirler. Hatta, bir zamanlar üniversitelerde göstermelikte olsa rektör seçimleri varken, adayların hazırladığı propaganda broşürleri bile işe yarayabilir. 

Örnek olarak Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi ve Hastanesi’ni verebilirim. Kitabı üniversitenin eski yöneticileri hazırlamış. Ayrıntılı bir şekilde fakülte ve hastanenin tüm gelişimi aktarılırken, benim dikkatimi çeken bazı ayrıntılar oldu.  Örneğin, hastane binasından önce ders yapılacak alanların inşa edilmesi gibi. Bence eğitimin önceliğinin kuruluşundan başladığını gösteren önemli bir veri. Diğer yandan ‘uluslararası yayın’ yerine ‘yabancı dilde yayın’ denmesi ise konunun rektör düzeyinde bile kavranamadığının belirtisi. Ayrıca faşist terör nedeniyle Erzurum’dan ayrılmak zorunda kalanlara ‘anarşik olaylardan kaçanlar’ demenin seçilmesi politik bir tercihtir bence. Benzer bir biçimde 12 Eylül 1980’de öğretim üyesi tasfiyesinden payını alan bir fakültenin tarihini anlatan bir kitapta sanki böyle bir olay olmamış gibi davranılması da aynı politik tercihin başka bir belirtisidir yine; söylenenler kadar söylenmeyenler de önemlidir çünkü.

KÜNYE: Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi ve Hastanesi. Hakkı Bilgehan, İsmet Ertaş, Birol Akşit EÜ Yay., 2013. Satılmıyor, üniversiteden istenebilir.

Son okuma konusu da, ek olarak, ‘asistanlar/araştırma görevlileri’ olması gerekir. Asistanlar hem öğrenci, hem öğretim elemanı hem de akademinin her türlü işine koşan emekçileridir. Böyle bakıldığında tüm üniversite bileşenleri asistan özelinde bir araya gelir. Tıp fakültesindeki asistanların ayrıca nöbet ve ‘can güvenliği’ gibi sorunları olduğunu da unutmamak gerekir. Türk Tabipleri Birliği’nin Asistan Hekimin Hakları Var broşürünü seçtim ben bu kez. Broşürde çok şey anlatılıyor ama ‘şiddete uğrandığında yapılması gerekenler’in anlatılması bile sorunun derinliğinin önemli bir göstergesi. 

KÜNYE: -Asistan Hekimin Hakları Var. TTB, 2021. Satılmıyor, TTB’den istenebilir, sitede pdf şekli var.

Başta söylemedim ama bu öneriler esas olarak akademidekiler, yani ‘içerdekiler’ için. Ancak ‘dışarıdakiler’in okumasında da bir sakınca yok. Hatta, iyi de olur.  Evet, her akademik yılın başında her öğretim elemanının böyle 3+1’lik bir okuma yapması (genel üniversite kavramı, Türkiye’de üniversiteler, kişinin kendi kurumu + asistan sorunları) moda deyimiyle farkındalığı artıracak ve kişinin çevre etkisine kapılmasını engelleyecektir. Ben böyle yapardım.

(1)https://tr.euronews.com/2021/10/11/avrupa-da-nufusa-gore-en-cok-universite-ogrencisi-turkiye-de-grafik