15 Temmuz-Cerablus-Feto-OHAL uygulamaları ağırlıklı gündem, bir hayat…
Kamudan gönderilenlerin sayısı yüz binleri çoktan aştı ve çentik atılmaz olmaya adını yazdı…
Akademide durumlar ne merkeze oturacak; şimdilik bir bilinmezde. YÖK Başkanına bakılırsa, bu daha başlangıç hükmündeymiş.
FETO’culuk bir zamanların akademik prim yapan olgularından biriydi. Şimdilerde başa felaket örüp duruyor. Öğünüp, böbürlenmekten çark edenler ve tövbe istiğfara duranlar herhalde çoğunluktadır.
Bu bağlamda, görevden alınan öğretim elemanlarının hepsi aynı formayı giymiyor. Bir de “Ohal” fırsatıyla, solcu, muhalif bilinen kimi öğretim üyeleri de bu işten nasibini alıyor… Yani darbenin ne askerisi, ne sivili, envai çeşit kılıkta hız kesmek bilmiyor…
***
Gündem böyle olunca ve olanca hızıyla, kendi kitlesini büyüterek devam ederken, gündemin dışında bir yazının tadı olur mu bilemem…
Tatmadan bilinemeyeceğine göre, öyleyse denemeliyim…
Buraya kısaca hikâyesini düşeceğim, üç gemiye aittir…
***
Oldum olası denizciliğe ve gemilere merakım vardır. Bir vasıta olarak geminin şekli, şemaili ve denizde süzülürken verdiği görüntü beni hep cezbetmiştir…
Üniversiteye girmeden önce, gemi mühendisliğine de çok özenmiştim ve uzun yıllar gemi maketçiliğiyle de uğraştım durdum…
***
Savaş gemileri, adı üstünde, savaşın denizlerdeki sembolüdür.
Oysa yolcu gemileri öyle mi? Martıların özgürce etrafında uçuştuğu, barış rüzgârlarını pruvasından alan, beyaz bir kuğu gibi mavi dünyanın içinden süzülür…
Gemilerin de insanlar gibi adeta bir ruhu ve kuşkusuz bir ömrü var.
O ruh öyledir ki, albenisi, karakteri, emektarlığı, cefakârlığı içine kazınmıştır.
Gemiler, gemiler…
Tersanede kızaktan indirildiklerinden, hurda sökümüne gönderildikleri güne değin, denizin bin bir çeşit macerasını, insanın kendi üstündeki maharetine katık ederek ve irili ufaklı dalgalara göğüs gererek bir hayat geçirip giderler…
Kaptanlarıyla anılırlar. Gemisini terk eden kaptana iyi gözle bakılmaz. Gemisini karaya oturtan kaptana hiç metelik verilmez… Yolunu bulamayan, rota tutamayan ve pusulasız kaldığında, gecenin ayazında yönünü kutup yıldızına göre ayarlayamayanın kaptanlıkta esamisi okunmaz… Kaptanlık önemli iştir. Mertliğin, fedakârlığın, maharetin ve öncülük ve liderliğin adeta simgesidir… Yani ve tıpkı gemisi gibi… Onunla özdeşleşerek… Nice büyük kaptanın adı, başka gemilere yeniden ad olmuştur… Biraz da eskisinin kısmetinden yararlanmak için ve adeta deniz tanrısına adanarak enginlerde dolaşıp dururlar…
***
Geçen sene tam da bu zamanlarda bir zamanların güzel kruvaziyeri, Akdeniz gemisi, son nefesini Aliağa söküm limanında verdi… Aliağa söküm tesisleri dünyanın sayılı ve Türkiye’nin en önemli gemi mezarlığıdır. Römorklar eşliğinde limana yanaştırılan gemiler, karaya çekilip, en ince ayrıntısına dek sökülerek, orada ölüme terk edilirler…
Ölmek sözcük değil, ölümün metalaştırıldığı bir mezar kazıcılığıdır hurda söküm tesisleri…
Anılar bir bir yok olur. Geminin kampana çanı ve uskuru bile “sarı hurda” fiyatına satılır gider…
***
İşte Akdeniz gemisi de Aliağa’da böyle öldü.
Oysa bu gemi, gençliğimin güzelliklerinden ve Devlet Deniz Yollarının nadide parçalarından birisi idi.
Almanya-Bremen tersanelerine, Türkiye Denizcilik İşletmelerince sipariş verilen gemi 1955 de hizmete giriyor. 144 metre boyunda, çift uskurlu ve üç bin altı yüz yirmi buhar beygir gücüne sahip iki dizel motoru ve 300 kamarası olan bu gemi, 1997 ye kadar Akdeniz’de ve İskandinav limanlarında kruvaziyer olarak geziyor, insanları gezdiriyor.
1997 de ise İTÜ Denizcilik Fakültesine, Türkiye’nin ilk eğitim gemisi olarak devrediliyor. Fakültenin Tuzladaki Limanında on dokuz sene demirli ve bağlı olarak uzun bir dinlenmeye çekiliyor. Bu arada kaptan adaylarına uygulama gemisi olarak ve hatta öğrencilerin bir kısmına da yurt olarak hizmet ediyor. 3-4 milyon dolara havuzlanıp, kalafattan geçme imkânı varken, üniversite bütçesinin buna yetmemesi ve İstanbul’a deprem hastanesi yapılma projesine dönüp bakanın çıkmaması sonucu, 2015 de hurdaya ayrılıp, Aliağa’nın yolunu tutuyor… Küçük bir not olsun, benzeri büyüklükte bir hastane gemisi yapılmaya kalkılsa en az yüz elli milyon dolar olacağını denizcilik ilgilileri ifade ediyor…
Eskiden beri bunun için söylenen bir tümce vardır; “jilet olmak” diye… Akdeniz gerçekten jilet mi oldu, yoksa en ince parçalarına kadar sökülüp kilo fiyatına kimlere satıldı; ben bilemiyorum…
Filmlere de konu olmuş bu gemiyi pek çok benzeri gibi koruyamadan, deniz müzesi haline getiremeden yitirip gittik…
Anılarımızı ve anılarda yaşayan kimlikleri öldürerek…
Hoş; bu memlekette neler nasıl öldürülmüyor ki…
***
Bu ülkenin jilet olan en tarihi gemisi, bir savaş gemisidir. Osmanlı ve sonrasında Türk donanmasının bayrak ve amiral gemisi olan “Yavuz”, bir müze gemi yapılmamıştır. Tarihe geçmiş bu değer, hurdaya ayrılarak, kalıcılığı değil, en acısıyla hoyratlığı tadıp, tanımıştır.
Geriye ne mi kalmıştır? Kimi sahil kasabaları ya da köylerinin kahvelerinde, yaldızı dökülmüş çerçeveler içinde, eski sararmış fotoğraflarda askerliğini o gemide yapmış gemicinin, gemiyle beraber resmi akıp giden zamana bakmaktadır. Bir de hak yemeyelim; geminin pruva direği, Ankara’da bozkırın ortasında, Deniz Kuvvetleri Komutanlığının bahçesinde dikilidir. Seyir defteri de herhalde Askeri Tarih Müzesinde olmalıdır…
“Goeben” maruf adıyla donanmaya iltihak eden, Alman mürettebat ve komutasıyla Rus limanlarını bombalamasına göz yumularak, Osmanlı’nın I. Dünya savaşına girmesine de neden olan bu gemi, adeta bir efsaneydi. “Yavuz geliyor, Yavuz da/ denizi yara yara/ kız ben seni alacağım/ başına vura vura” diye üzerine Karadeniz türküleri yakılan bu geminin künyesindeki önemli anılarından birisi de 1938 de Atatürk’ün na’şını taşımasıdır. Sonra 1950’lerde görevden geri çekildi. 1973-1976 yılları arasında da sökülerek tarihin hurdalığına gömüldü… Oysa müze gemi olarak muhafaza edilseydi, Türkiye’nin en canlı tarih örneklerinden birisi olacaktı…
***
Gelelim Solace ’ye…
Adında anlaşılacağı üzere bu bir Amerikan gemisidir. Solace “teselli, üzüntüyü azaltan” anlamına gelmektedir. Bir gemiye neden “teselli” adı verilir. İnce düşünülürse ve bir programa bağlı proje olursa, gemini adı da “Teselli-Solace” olabilir…
Solace, II. Dünya savaşı sırasında Amerikan donanmasında hizmet eden bir hastane gemisidir.
Amerika’nın Pasifik Donanmasında görevli bu gemi ilki 1912 de yapılan başka bir hastane gemisinin aynı ad konarak denizlerde yüzdürülen ikinci örneğidir.
Solace, savaş sırasında Havai adasındaki Pearl Harbor üssünde görev yapan bir gemidir. Üs limanında demirli bulunan savaş gemilerinden en büyük farkı, beyaz boyalı olmasıdır. Bir de baca ve güvertesinde kocaman kırmızı haç taşıyor olması, onun hastane gemisi olduğunun göstergesi olmuştur.
Pearl Harbor baskını, Pasifikteki Amerikan-Japon kapışmanın en dramatik biçimde yaşandığı bir olaydır. Japon İmparatorluk Donanması, Pasifikteki Japon çıkarlarını ABD ye karşı korumak için, 7 Aralık 1941 gecesi Pearl Harbor’a ani bir baskın yaparlar. Japon donanmasının eldeki tüm imkânlarıyla giriştiği harekâta, hava kuvvetleri de kamikaze desteği sağlamış ve baskın Amerikan donanmasına büyük bir darbe vurmuştur. Saldırı sonunda 12 Amerikan savaş gemisi ve 188 savaş uçağı Japon kuvvetleri tarafından yok edilmiştir. Yanı sıra, ABD’nin 2403 asker ve 68 sivil kaybı olmuştur. Üç uçak gemisi, tanker, denizaltı ve fabrika gemileri gibi kimi muharebe ve lojistik destek unsurları limanda olmadığı için baskından kurtulmuştur.
Bu baskında, Japon gemileri ve uçaklarından, tüm askeri unsurlara ağır ateş açılmış vaziyetteyken hedefe girmeyen yegâne gemi Solace hastane gemisi olmuştur. Kısacası Japonlar limanda demirli duran gemiye dokunmamıştır. Solace, bu baskın sırasında da, sonrasında da pasifik savaşlarında yaralanan yirmi beş bin askerin hastane bakımı ve nakli ile ilgili hizmet vermiştir. Amerika’ya her asker getirişinde, Amerikalı annelerin yolunu gözledikleri bir gemi olarak belleklere geçmiştir. Savaş sonrası hayatlarını Solace’ye borçlu olan genç askerler bir dernek kurarlar ve bir de madalya bastırıp, göğüslerine barış sembolü diye takarlar.
Bir askeri hastane gemisi, birden ABD içinde savaş karşıtı bir sembol olarak anılmaya başlar. Bu hükümet çevrelerinde pek de hoşnutluk yaratmaz. Solace’nin donanma içinde varlığı ve limanlara beyaz zarif gövdesiyle yaptığı ziyaretler, savaş aleyhtarlığını daha da tetikleyince, çözüm bulunuverir. Hastane gemisi, tadilatla yolcu gemisine dönüştürülür ve 1950’lerin ortasında satılır.
Nereye mi? Türkiye’ye…
Geminin adı “Ankara” diye değiştirilir. Gözlerden uzak olan gönülden de ırak olurmuş. Solace ile doğan ve alevlenmiş savaş karşıtlığı, ırak ülke Türkiye sayesinde unutula yazar…
Bu gemi kruvaziyer olarak hem limanlarımız arasında ve hem de Akdeniz’de yolcu taşır…
Sonu kuşkusuz diğer gemilerimizden farklı olmaz ve hurdaya ayrılarak parçalanır…
***
Parçalanma acıları üzerine ne çok hikâye vardır bu memlekette. Kentler, insanlar, ölümler…
Keşke bir bitse…
Barış dolu insanca günlere özlemle…