'Üç Büyükler' ne kadar büyük?

İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılırken hiç ses etmeyip, sonra bir kadın öldürüldüğünde taziye yayınlamak gibi iki yüzlü tavırlar içine girerseniz, sizin esasında taraftarla bağınız kopmuş veya koparılmış demektir. Taraftar kitlenizi oluşturan grupların sesi soluğu olmayacak, hatta onlar kendi pozisyonlarını aldıklarında kendinizi bundan ayıracaksanız, o zaman sizin hangi yönünüz büyük?

Her ülkenin sosyal dokusu, spor kültürü birbirinden farklı. Genellikle bir başka ülkenin kültürü içerisinde yeşermiş spor kulüplerini kendimize örnek almak gibi bir hata yapıyoruz. Türk sporunun sorunları konuşulduğunda akla hemen “Ajax Modeli” geliyor. Sanki Ajax Modeli, o ülkenin çeşitli alanlardaki üretim modellerinden tamamen ayrı, kendiliğinden oluşmuş, ayrıksı bir modelmiş gibi. Bizim büyükler de, Türkiye’de büyükler. Büyüklüklerinin dayandığı temel nokta, taraftar sayıları. Lakin sadece etrafına insan toplamak büyük olmaya yeter mi, bu büyüklüğü doğru kanalize edip ülkeye fayda üretebiliyorlar mı ona bakmak lazım.

Türkiye’de özellikle futbol, neredeyse bir sosyal sorumluluk alanı. Belki de bu sebeple, devletin bu kulüplere sağladığı kolaylıklar mazur görülebiliyor. Basından okuduğumuz kadarıyla, zaman zaman vergi borçları siliniyor, öteleniyor, devlet bankaları üzerinden yeniden yeniden yapılandırılıyor, kullanım hakkına sahip oldukları araziler üzerinde bazı ayrıcalıklı haklara sahip olabiliyorlar. Yer yer ülkenin şımarık çocuğu gibi har vurup harman savuruyorlar ama zenginliği tartışılır olsa da, ailenin babası “yapsın, boşver, çocuktur” diyip sırtını sıvazlıyor. Bir kaç bin seviyesinde olan kongre üyelerinin tercihiyle de bu kulüplerin çalışma mekanizmalarında herhangi bir değişiklik gerçekleşmiyor. Bakalım bizim bu şımarık çocuklar başka neler yapıyor?

Üç büyüklerle, dünyadaki benzer spor kulüpleri arasındaki bu büyük farklılığı aklımızda tutarak düşünmeye devam edelim. Dünyada bir spor kulübünün o ülkede bulunan gençlerin, spor aracılığıyla kendilerini geliştirmeleri ve daha iyi birer insan olmalarını sağlamak gibi bir misyonu olmayabilir. Sporun genel misyonu belki de budur ancak endüstriyelleşen bu alanda durum her zaman böyle olmuyor.

Üç büyükler için ise durum farklı. Bu üç takımın, ülkenin spor kültürüne katkı yapmaları beklenir, zira bu ülke bu kulüplere, dünyada hiçbir kulüpte olmayan ayrıcalıklar tanıyor.  Oysa onlar spor kültürünü değil, birbiriyle devamlı kavga eden, düzeysiz bir ilişkiler yumağını beslemeye devam ediyorlar. İnsanlar sporla barışmak yerine, spor aracılığıyla kavga eder hale geliyorlar. Hatta bazen aynı takımı tutan insanlar bile birbirlerine girebiliyorlar.

Bu kulüplerin, ülkenin kendilerine verdiği misyon gereği, sporcu yetiştirmeleri gerekir. Oysa bu kulüpler, ülkenin birçok alanında olduğu gibi, üretime değil sadece tüketime odaklanmış durumdalar. Dünya futboluna sundukları oyuncu sayısı son derece az. Öyle ki, kendi altyapılarından yetişen, dünyanın önde gelen sporcularından biri olma potansiyeli olan sporcularının farkına bile varmayabiliyorlar. Bugün Serie A’da önde gelen stoperlerden biri olan Merih Demiral’ın Fenerbahçe altyapısı çıkışlı olup, Portekiz’e gidip orada keşfedildiğini hatırlayalım.

Üç büyüklerin, futbol izleyicilerine karşı sorumluluğu var. Bu sorumluluk -örneğin- İngiliz devi Chelsea’de olmayabilir. Bence olması gerekir ama şirket kendinde böyle bir sorumluluk hissetmeyebilir. Hissetmediğinde benim o kulübe uygulayabileceğim bir yaptırım yok. Oysa Üç büyüklerin vergi borçları silindiğinde veya çeşitli finansal kolaylıklar sağlandığında, sokaktaki insanın da bu kulüplerin nasıl yönetildiğini sorgulayabileceğini kabul etmek gerekir.

Zira Chelsea tamamen şirket mantığıyla çalışan ve kar üretmeye odaklanmış bir spor yapılanması. Ondan oyun & oyuncu üretmesini beklemek yersiz. O şirketin yöneticileri bu modeli benimseyebilir veya benimsemeyebilir. Oysa -örneğin- Fenerbahçe kulübünün hem oyuncu üretmek, hem de oyun üretmek gibi bir misyonu vardır. Türkiye’nin ücra köşesindeki bir çocuk, ulaşabilir de bir Fenerbahçe maçı seyrederse, o 90 dakika içerisinde o çocuğa hayata dair ilham verebilecek değerleri sunmak gibi bir sorumluluğu vardır. İşte Chelsea ile Fenerbahçe orada ayrılır. Fenerbahçe, kazanmak kaybetmenin öncesinde sahaya “ihtişam” koymakla yükümlüdür.

Üç büyüklerin bu ara üçü de çok kötü durumda. Puan sıralamasına değil, oyuna yönelik bakış açısında Beşiktaş’ın diğer iki kulübün bir miktar önünde olduğunu söyleyebiliyoruz. Örneğin geçen hafta oynanan Fenerbahçe -  Beşiktaş maçı beraber bitmiş olduğu halde, maçtan sonra Beşiktaşlılar eğleniyordu, Fenerbahçeliler ise gözlerinin gördüğü herşeyle kavga ediyorlardı. İşte o, taraftarın tatmin duygusuyla alakalı. Beşiktaş taraftarı sahada şahsiyetli bir futbol gördü, kazanamadım ama olsun dedi. Fenerbahçe taraftarı ise, şahsiyetli bir oyun görmediği için kaybetmemek iyidir diyemedi. İşte bu esasında Fenerbahçe’nin içinde bulunduğu ruh halini özetliyor.

Maçın seyri içinde güçlü yanlarınız ortaya çıkabilir, zayıflıklarınız görünür hale gelebilir. Kazanırsınız veya kaybedersiniz. Maça zaten zihinsel bir mağlubiyetle çıkarsanız, o maçı kazanmış olmanızın da olumlu bir katkısı olmuyor. Hatta öyle bir galibiyet, zihinsel mağlubiyeti de perçinleyebiliyor. Fenerbahçe maça kazanmak için değil, rakibini sürklase etmek için çıkar. Bunu her zaman yapamayabilir ama bunu yapmak için çıkmadığında artık o büyüklüklüğünden bazı parçalar kopmaya başlamış demektir.

Bu kulüplerin bir misyonu da uluslararası temsil. Sorduğunuzda hepsinin hedefi Avrupa kupalarında temsil hakkı elde edebilmek. Zira bunun yolu, lokal başarı. Oysa hiçbirinin uluslararası mecrada gerçek bir temsil talebi yok. O yarışmalara sadece katılıp, katılım parasını alıp çıkmak istiyorlar. Çünkü oradaki mücadele içinde, içeriye verdikleri büyüklük algıları zedeleniyor. Avrupa’nın ortalama, hatta ortalama altı bir takımı gelip burada galip geldiğinde, herkesin kafası karışıyor. Dönüp de yerel ligde alınan farklı bir galibiyet artık onun yerine geçmiyor. Uluslararası yarışmacı olmak istiyor değiller zira bunu yapabilmek için buraya dair neredeyse herşeyi değiştirmeleri gerekir, o da işlerine gelmiyor.

Büyüklük, taraftar gücünü de arkasına alıp, o taraftarın içinde bulunduğu kesimlerin sesi soluğu olmaktır aynı zamanda. Eğer taraftarla, o kulübü yönetenler arasında gerçek bir bağ olsa, bu böyle olurdu. Ülkemizde bir takım siyah ceketli adamların elinde oyuncak olmuş yapılardan bahsediyoruz.

İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılırken hiç ses etmeyip, sonra bir kadın öldürüldüğünde taziye yayınlamak gibi iki yüzlü tavırlar içine girerseniz, sizin esasında taraftarla bağınız kopmuş veya koparılmış demektir. Taraftar kitlenizi oluşturan grupların sesi soluğu olmayacak, hatta onlar kendi pozisyonlarını aldıklarında kendinizi bundan ayıracaksanız, o zaman sizin hangi yönünüz büyük? Tarihe not düşmek için yazıyorum; Fenerbahçe bu konuda diğer iki kulüpten ayrılan ve sözleşmede kalınması gerektiğini ifade eden tek kulüp olmuştu. Diğerleri, ağzımızın tadı kaçmasın şimdi uğraşmayalım demiş olabilirler. Tarih onu da yazar, diğerini de yazar.

Üç büyükler bu halleriyle ne eğlence üretebiliyorlar, ne sosyal sorumluluklarını yerine getirebiliyorlar, ne sporcu üretiyorlar, ne oyuna dair yeni bir yaklaşım üretiyorlar. Bu külüplerin dünya spor endüstrisi içinde ürettikleri tek şey, borç.  Türkiye’nin önümüzdeki dönemde açacağı yeni sayfaya ek olarak, spor politikası ve üç büyükler üzerinde de çalışılması gerekecek.