Bir kitapsever olarak nerdeyse her mekânda, her konumda, her pozisyonda, her biçimde okuduğumu, okuyabildiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Buna okurun konformizme karşı mücadelesi de denilebilir ama bence konu daha önemlidir çünkü mücadele edilen daha açık bir ifadeyle soyut bir konformizm değil, okumanın kitapsızlık dışında hiçbir koşulda engellenememesi mücadelesidir.
Neyse, her durumda okuyabildiğimi söylüyorum ama çoğu kişinin yaptığı, hatta tercih ettiği, aynı anda birden fazla kitabı okuma biçimine bir türlü alışamadım; bir kitabı bırakıp diğerine gittiğimde hep aklım ilkinde olur ve ikinci kitaba bir türlü yoğunlaşamam. Bunun iki istisnası var. Birincisi, eğer çok hacimli bir kitap okuyorsam, örneğin büyük boy ve 1000 sayfanın üzerinde bir kitap, ki bunlar ancak masada veya rahlede okunabilir (rahle konusuna başka bir yazıda değineceğim); yanınızda taşımanız veya uzanarak okumanız olanaksızdır; o zaman zorunlu olarak ikinci bir kitabı da okurum, yaptığımdan çok hoşnut olmasam da.
İkincisi de benim ayraçlı okuma dediğim, uzunca bir süreyi anlatan bir kitabı okurken, yeri geldiğinde ayraç açıp, o noktada yoğunlaşabileceğiniz başka bir kitabı okuyup sonra yine ilk kitaba dönmek. Kitabın yoğunluğu ve sizin ilginize bağlı olarak ayraç sayısı artabilir. Yeterince açık olmadı mı? Örnekleyeyim:
Yakup Kepenek’in Türkiye’nin Değişimi adlı kitabı Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar olan süreç içerisinde önümüze çağdaşlaşma perspektifinden bir Türkiye görünümü çiziyor; toplumun özgürleşme ve demokratikleşme deneyimini aktarıyor. Kepenek’in bir sohbet sırasında “kitabımı baştan sona okumayın, gerektikçe ilgili kısımları okursunuz” dediğini duymuştum. Yakup Hoca’ya katılmıyorum, dahası kitabına haksızlık ettiğini düşünüyorum. Ben Türkiye’nin Değişimi’ni baştan sona okumakla kalmadım, arasına dört tane de başka kitap sıkıştırdım, dört ayraç açtım.
-Türkiye’nin Değişimi. Yakup Kepenek, Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Yay., 2019. Yaygın dağıtımı yok, dernekten edinilebilir, 40 TL.
Yazılan dönem uzadıkça, hele bir de yüzeysel geçişlerden kaçınırsanız, yazmak güçleşir, hata riski artar. Cumhuriyetin yüz yılını anlatmak bu yüzden zor bir iştir, üstelik hedef okuyucu kitlenizin yazdığınız konuda bir fikri varsa, dahası belirli bir kısmını da bizzat yaşayarak bu fikrini oluşturmuşsa. Ancak bu zor işin altından kalkabilecek ender kişilerden bir tanesinin Yakup Kepenek olduğunu düşünüyorum çünkü kendisi halkın içinden gelen (köy enstitülü); sosyal bilimlerin farklı alanlarında eğitimli (hukuk mezunu ve ekonomi doktoru); doğrudan siyaset yapmış (milletvekili); yöntem bilgisi olan (öğretim üyesi) ve yazarlığını kanıtlamış (diğer kitapları ve günlük gazete yazıları) birisi; daha ne olsun.
Cumhuriyeti kavramada üç noktanın önemli olduğunu düşünürüm. Öncelikle Osmanlı’nın sanayileşememesinin asıl nedeninin sarayın yanlış tercihleri, treni kaçırmak vs. değil, doğu feodalitesi ile Avrupa feodalitesi arasındaki farkta olduğu. Doğu tipinin (siz buna isterseniz Asya Tipi Üretim Tarzı da diyebilirsiniz) Avrupa tipine göre ileri olduğu ancak kapitalizme geçiş koşullarına uygun olmadığı düşüncesindeyim. İkincisi, Cumhuriyet ideolojisinin hedefinin ülkede kapitalizmi kurmak olduğunu (resmi olarak böyle söylenmese ve “bizim yolumuz hiçbir ekonomik sisteme benzemeyecek” dense de) saptanması önemlidir. Ve son olarak laisizmin Cumhuriyetin en önemli kavramı olduğu, bir aksesuar olmadığı, onsuz ekonomik gelişmenin gerçekleşemeyeceğini görmek gerekir. Bu şekilde sıralayınca önemsiz gibi görülebilirler ama dönemin liberal değerlendirmelerinde bu üç noktanın en az bir tanesinin anlaşılamaması vardır ve ancak bu temelde yükselecek bir Cumhuriyet tahlili doğru bir çıkış noktası olabilir. Yakup Kepenek de tam olarak bunu yapıyor.
Cumhuriyet ülküsünün yaşama geçirilmesi için ağırlık verilen somut kurumlaşma çabaları Kemalizm’in özgün yanı olarak değerlendirilmeli; Sümerbank gibi, Atatürk Orman Çiftliği gibi. Ben ilk ayracı burada açıp, İzzet Öztoprak’ın Atatürk Orman Çiftliği’nin Tarihi isimli kitabını okudum. Ankara şehrinin ziraat tekniği bakımından hiçte tercih edilmeye neden oluşturabilecek özelliği bulunmayan toprakları üzerinde kurulan bu çiftlik, kapitalist üretim ilişkilerinin önündeki engellerin kaldırılmasında çok etkili olmuştu. Çiftlik içinde yapılan bira fabrikası ise özel bir önemi hak ediyor bence. Sermaye birikimi, üretim, değişim açısından dönem için çok iyi bir örnek teşkil etmesinin yanı sıra, Bomonti’nin uzaklaştırılıp ve Tekel birasına geçiş mücadelesi de ekonomik bağımsızlık anlamında dönemi aydınlatan önemli bir veri.
-Atatürk Orman Çiftliği’nin Tarihi. İzzet Öztoprak, Atatürk Araştırma Merkezi Yay., 2006. Etiket fiyatı 8 TL.
Dönem özgürlükler dönemi, zaten kapitalizmin kurulması, iç pazarın oluşması için de demokrasi zorunlu. İlk Kapital çevirisini (kısaltılarak) Türk Dil Kurumu kurucu başkanı, yani Cumhuriyet ideolojisinin yanında olan Samih Rıfat yapar örneğin.
Sonra Kepenek’in “aşınma başlıyor” diye özetlediği İkinci Dünya Savaşı ve sonrası gelir. Ulusal kapitalizmin gelişimi de sekteye uğrar. Bu arada SSCB ile Türkiye’nin arası açılır. SSCB’nin Türkiye’den toprak ve boğazlarda üs istediği yalanı yayılır ve kimse ne bunun belgesini arar ne de Sovyet elçiliğine sorar. Tıpkı Aristoteles’in kadınların ağzında daha az diş olduğunu söylemesi ve kimsenin zahmet edip saymaması gibi! Bu üs ve toprak istemenin yalan olduğu artık biliniyor ama geçmiş olsun. Kepenek, “Bu ülke şunca yıl bir büyük yalanın üzerine kurulan yıkımların sonuçlarını yaşadı” diyor.
1947 yılı başlarında CHP’li İçişleri Bakanı’nı bir konuşmasında Genel Kurmay Başkanlığı yapmış ve tutuculuğuyla tanınan Fevzi Çakmak’ı komünistlere alet olmakla suçlayınca, Çakmak bir gazeteye yazdığı yazıda, Hasan-Âli Yücel’i kastederek asıl CHP’li eski bir bakanın komünistleri kolladığını söyler. Bunu üzerine Yücel kastedilenin kendisi mi olduğunu sorar. Buna Çakmak yanıt vermez ama DP İstanbul İl Başkanı Kenan Öner, “evet o bakan sizsiniz” deyince, Yücel hakaret davası açar. Anlamsız ve düzeysiz bu davanın ayrıntıları Hasan-Âli Yücel Kenan Öner Davası adlı kitapta var. Bence yeni bir ayraçla dönemi anlamak, dahası Yücel’in siyasi görüşlerini de öğrenmek için iyi bir fırsat. Yücel davacı olmakla birlikte komünist olmadığını ve gençlere işkence yaptırmadığını kanıtlamak zorunda kalır. Meraklısı için bir not, davayı Yücel kazanır ama bu arada Öner ölmüştür.
-Hasan-Âli Yücel Kenan Öner Davası. Feyzullah Ertuğrul. Güldikeni Yay., 3. baskı, 2000. Baskısı yok, sahaflarda 4-40 TL arası.
Arkasından DP resmen iktidar olur. Resmen sözcüğünü özellikle kullandım çünkü yukarıdaki örnekteki gibi artık CHP ile DP arasında dünyaya bakış açıları anlamında ciddi bir fark kalmamıştı. DP ile birlikte cumhuriyet kazanımlarının kaybı hızlanır ve DP, Köy Enstitülerinin kapatılması, Arapça ezan vs. gibi konularda ciddi bir CHP muhalefetiyle karşılaşmaz. Unutulmaması gereken bir diğer nokta da DP’nin iktidara gelişindeki solcuların desteğidir, yakın geçmişteki “yetmez ama evet” skandalı gibi.
Sonra 27 Mayıs müdahalesi olur; Kepenek 1961-1971 arasını “özgürlüğün en güzel on yılı” olarak nitelendirir. Evet özgürlükler vardır ama ABD de 27 Mayıs’ın, Kepenek’in deyimiyle, tam boy içindedir. Menderes’e son dönemlerinde ekonomik destek vermeyen ABD, darbe sonrası kesenin ağzını açar. Benim için de yeni bir bilgi: Türkeş darbenin ilk açıklamasını yapmak için radyoya gittiğinde yanında ABD’li bir subay vardır. Sanırım şu noktayı çok iyi görebilmek gerek, evet 27 Mayıs bu ülkenin görmediği ölçüde bir demokratikleşme getirmesine karşın, ABD destekli bir darbedir; 27 Mayıs sonrası ABD senatosunda “bizim çocuklar yaptı” (12 Eylül’de de benzer söylem olacaktır) sözü kayıtlardadır. Ancak bu durum Menderes’in ABD karşıtı olduğu anlamına gelmez. Eğer sermayenin iç pazara gereksinimi varsa, demokratikleşmeye de o derece gereksinimi vardır, çünkü özgürlükler olmadan iç pazar açılmaz. Bu neden burjuvazinin zaman zaman sosyal demokrat oluşunun da açıklamasıdır ve olay bundan ibarettir.
Benzer yaklaşımla neden 12 Mart’ın ithal ikameci sanayileşmeyi devlet eliyle daha uç noktalara taşırken, on yıl sonraki 12 Eylül darbesinin tümüyle serbest piyasa koşullarına göre biçimlendirmeye çalıştığı açıklanabilir. Her şeyin başı ekonomi, daha doğrusu Türkiye kapitalizminin gereksinimleri; her türlü darbenin nedeni de.
1990’lı yıllarda İslam’ın yükselişine tanıklık etmeye başlıyoruz. Ne yalan söyleyeyim, bence kitap bu noktadan sonra eski akıcılığını yitiriyor. Bunda yazarın payı olmadığını düşünüyorum çünkü zaten tam da ortasında bulunduğumuz ve her sabah yeniden yaşamaya başladığımız bir dönemi bir de kitaptan okumak ritmi düşürür elbette. Ama böyle düşüşler de yeni bir ayraç için iyi bir fırsattır.
Necip Hablemitoğlu’nun öldürülmesinden sonra makale ve notlarından hazırlanan Şeriatçı Terörün ve Batının Kıskacındaki Türkiye isimli kitapta tam da bu dönemde Türkiye üzerinde oynanan oyunlara değiniliyor. Emperyalist güç odaklarının en önemli kozu, tahmin edilebileceği gibi dinci örgütler. Hablemitoğlu da Fethullah Gülen’in yükseltilişine ve tehlikesine ilk dikkat çekenlerden. Bu konularda biraz temkinli olmaktan yanayım ama kitapta ciddi bir beşinci kol etkinliğinden söz ediliyor. Kitabı Hablemitoğlu doğrudan hazırlamadığı için anlatılanların bir kısmının havada kaldığını, kanıtsız olduğunu söylemeliyim. Belki kendisi hazırlayabilse, kanıtları da eklerdi.
-Şeriatçı Terörün ve Batının Kıskacındaki Ülke Türkiye. Necip Hablemitoğlu. Pozitif Yay., 5. baskı, 2019. Etiket fiyatı 21 TL.
Ayracı kapatmayıp, biraz daha günümüze yaklaşıp eski bakanlardan Fikri Sağlar’ın düşüncelerini Dışardan isimli kitabından anlamaya çalıştım. Bana sanki diplomasinin önemini biraz abartmış gibi geldi. Evet, her iş gibi bu da önemli ama sonucu diplomasin değil, ekonomin belirliyor.
-Dışardan. Fikri Sağlar. Siyah Beyaz Yay., 2013. Etiket fiyatı 7 TL.
Konuyu ister diplomasiye ister ülke içindeki casusluk faaliyetlerine bağlayın, eğer gerçekten gelişmelerdeki Türkiye kapitalizminin rolü göz ardı edilirse her şey havada kalır. Bu noktadan bakıldığında tek başına antiemperyalizm de işe yaramaz çünkü bu mücadele, fiili işgal koşulları dışında bir anlamda soyuttur. Bunu somutlaştıracak olan yerli burjuvazinin rolü ve emperyalizmle ilişkileridir.
Neyse, Türkiye’nin Değişimi’nin son bölümleri ve son ayraçtaki kitaplar bugün için ilginç olmayabilir. Ama tüm bunlar yarın için düşülmüş notlardır.