Daha önce söylemiştim, iki hafta içinde hangi kitapları okuduysam onları yazıyorum; ne eksik, ne fazla. Bu durumu bilen bir arkadaşım, “hiç Türk edebiyatı okumuyor musun?” diye sormuştu geçenlerde. Tam olarak haklı değildi, Türkçe roman, öykü, şiir kitapları üzerine yazılarım olmuştu ama “demek ki umulandan azmış” diye düşündüm. Anladım ki konuları nasıl seçtiğimi biraz daha açıklamam gerekiyor: Kitaplığımda yeni aldığım ve okumadığım kitapları koyduğum raflar var. Tekrar okumayı istediğim kitaplarımı da olağan yerlerinden alıp bu raflara taşıyorum. Sonra aralarında bağlantı kurup yazıya çevirebileceğim dört ila sekiz kitabı, ki elbette bu sayı kitapların kalınlıklarına göre değişiyor, seçip okumaya başlıyorum.
İşte Türkçe yazına yeterince yer ayıramama sorunum tam da burada başlıyor: Türkçe yazın kitaplarını birbirlerine bağlamakta zorlanıyorum. Elbette genel bir Türkçe Yazın başlığı kullanılabilir ama bu hem çok basit olur hem de kaç kez yapabilirim ki? Sanırım yazınımızda tekil yazarları birbirine bağlayacak bir akım eksikliği var, yani gelenek sorunu var.
Önce kitaplara bir bakalım, sonra ne demek istediğimi anlatmak kolaylaşacak.
Şükrü Erbaş Türkçeyi en iyi kullanan şairlerden. Eşinin ölümünden sonra yazılmış bir ağıt gibi değerlendirilebilecek Yaşıyoruz Sessizce kitabı aslında aynı zamanda en güzel aşk şiiri de. “İnsan en çok yakınlarından ölüyor Hatice…” derken şiirin şairin kendisini sorgulayan bir tür, nasıl desem, özeleştiri olduğunu da gösteriyor:
Ölüm değil büyük ceza
Her zerresi ayrılık
Bir dünyayı sevmek hâlâ.
Kitapta Hatice Erbaş’ın şu dizeleri de var:
Babanız içeride şiir yazıyor diye
çocuklarımı sessizce ağlattım ben.
Yazar bu söz hakkında şöyle diyor: “Beni darmadağın etti. Bu iki dize benim odada yazdığım tüm şiirlere bedeldir.” Gerçekten de bazı sözler, bazı anlarda insanı darmadağın eder. Yaşıyoruz Sessizce’yi okurken İzmir’i deprem vurdu. İnsanların yaşamı biterken, kararırken biz başka bir tarafta Yaşıyoruz Sessizce dedim. Ankara Garı katliamında, gazeteciler tutuklandığında, polis şiddeti sonucu yaralanan insanları gördüğümde hep aynı şeyi hissettim: Yaşıyoruz Sessizce. Ben böyle hissetmiştim ama anlatabilmek için Şükrü Erbaş olmak gerek: Yaşıyoruz Sessizce; ustalık böyle bir şey.
Kitaptaki ikinci şiirde, tekrar eden kirpiklerin açıldı kapandı dizesi vardı. Sonra her iki şiirden bir tanesinde “kirpik” sözcüğünü kullandığını fark ettim Erbaş’ın. Biraz rahatsız edici geldi bana. Neyse, bu kadar kusur…
-Yaşıyoruz Sessizce. Şükrü Erbaş. Kırmızı Kedi Yay., 10. Baskı, 2020. Etiket fiyatı 14 TL.
Sema Kaygusuz’un da artık “usta yazar” sayılması gerektiğini gösteren öykülerini bir araya getirdiği kitabı Doyma Noktası. Her sözcük düşünülmüş, emek verilmiş, bir iç tartışmayla seçilmiş gibi. Yaşamdan öyle anlar yakalıyor ki olayların artık ikinci planda kaldığını görüyorsunuz. Yanılmıyorsam bir söyleşide “Öykü bir eksiltme sanatıdır” diyordu. İşte hem anlara odaklanması hem de sözcükler üzerinde özenle durmasıyla bunu gerçekleştiriyor Doyma Noktası’nda. Usta derken bunu kastediyorum.
Buraya kadar yazdıklarım biraz “mekanik” duruyor ama Doyma Noktası bu kadar değil sadece; bazı tanımlar öyle güzel ve içten ki “tamam ben de bunu arıyordum” dedim. Örneğin, “Kırmızıyı adlandırmaktan öte gitmeyen domates dilimleri” gibi. “Nerede o eski domatesler” demekten sıkılmıştım, artık Kaygusuz’un tanımını kullanıyorum. Hani yıllardır aradığınız bir söz vardır da, dilinizin ucundadır ama söyleyemezsiniz. İşte Sema Kaygusuz sizin yerinize bunları söylüyor. Usta yazar sizin yerinize konuşabilendir aynı zamanda.
-Doyma Noktası. Sema Kaygusuz. Daha önce Can ve Doğan Kitap’tan basılmıştı. Kitapçılarda Metis’ten 6. baskısı var (2016); etiket fiyatı 18.5 TL.
Banu Özyürek’in ikinci kitabı Poz, 2019 Yunus Nadi ödülünü de almıştı. Tek bir cümleyle özetlemeye çalışırsam, yaşamın insanı sıkıştırdığı ve sonrasında da değiştirdiği durumların kitabıdır diyebilirim. Ancak her durumda da bir tedirginlik hissediliyor öykülerde. Kimi öykülerde metindeki kişilerin cinsiyetinin ne olduğunu düşündüm. Açıkça cinsiyetin ne olduğu söylenene kadar, tabii eğer söylenirse, sadece insan o kişiler. Bu durum okuyucuya daha farklı ve hatta daha geniş bir okuma alanı sağlıyor. Belki de bu belirsizlik değindiğim tedirginliğin nedeni.
Özyürek’in içten bir anlatımı ve bu içtenliğe uygun ve onu destekleyen bir kurgusu var öykülerinde. “Poz”, kitabı çok iyi anlatan yerinde bir isim çünkü bana kalırsa yazar “başkaları şöyle desin” demekle, Poz vermekle hesaplaşmaya çalışıyor ve bunu ironiyle yapıyor. Bence, çok daha güzel öykülerini okuyacağız.
-Poz. Banu Özyürek. Everest Yay., 2020. 3. baskı, etiket fiyatı 17 TL.
Perihan Mağden sevdiğim bir yazar. Romanlarında, denemelerinde hatta her görüşüne katılmasam da köşe yazılarında belirli bir üslubu olduğu artık tartışılmayan bir gerçek. Epey zamandır okumayı planladığım son romanı Yıldız Yaralanması’nı yeni okuyabildim. Son romanı dediysem çok yeni yazılmış sanmayın, ilk baskısı 2012 yılında.
Yıldız Yaralanması, Mağden’in diğer kitaplarından biraz farklı geldi bana; diğer yapıtlarındaki dil ustalığına pek rastlayamadım. Anlattığı plastik bir yaşam ama karakterler de plastik kalmış. İnsanın aklına plastik bir dünya anlatılıyorsa, buna uygun olarak romandaki insanlar da böyle olması gerektiği gelebilir ama plastik kişiler parçası oldukları plastik yaşamı da plastikleştiriyor. Yani plastik yaşamın anlatımı aksıyor. Ancak Mağden’in kullandığı sinematografik anlatım okumayı kolaylaştırıyor ve kitap bir solukta bitiyor.
-Yıldız Yaralanması. Perihan Mağden. Everest Yay., 2. baskı, 2014. Etiket fiyatı 24 TL.
Sunay Akın’ın uzayla, havacılıkla ilgili denemelerini içeren Ay Hırsızı için de benzer şeyleri söyleyebilirim. Sadece Vecihi Hürkuş, Neil Armstrong, Yuri Gagarin yok denemelerde; Che Guevara’dan, Nazım Hikmet’e, Ferhan Şensoy’a uzanan geniş bir yelpazede ilginç, kimi zaman eğlenceli bilgiler veriliyor. Ancak insan Sunay Akın gibi bir şairden daha keyifli metinler bekliyor. Elbette hem bilgi verip hem de üslubu bozmamak kolay değil ama Salâh Birsel Kahveler Kitabı’nda, Çetin Altan Nar Çekirdekleri’nde bunu yapmıştı ve Akın’dan da bunu beklemeye hakkımız var. Demek istediğim, Ay Hırsızı’nda malûmat yazıyı boğmuş; bilgi aktarımının azaldığı, Sunay Akın’ın kendi yaşamından parçalar anlattığı denemelerde Sunay Akın dil tadı yerine geliyor.
Ay Hırsızı’nda bazı tekrarlar olduğu gibi, kimi bilgilerin doğruluğundan da kuşkum var; daha doğrusu bazıları benim bildiğim gibi değil. Keşke diyorum, kaynak gösterilseydi, belki dipnot şeklinde, belki denemelerin sonunda, belki de kitabın.
-Ay Hırsızı. Sunay Akın. Türkiye İş Bankası Kültür Yay. 2020’de 43. baskısını yaptı. Etiket fiyatı 16 TL.
Aykut Girgin’in Metalist kitabının ise ne olduğunu pek anlayamadım; öykü değil, roman değil, senaryo hiç değil. Belki yeni bir tür ama kesinlikle edebiyat değildi okuduklarım. Salâh Birsel’le ilgili bir yerlerde rastladığım anekdot geldi aklıma: Birsel sevdiği bir yazar olan Hulki Aktunç’a sorar: “Dünya edebiyatında ne gibi bir eksiklik gördün ki yazıyorsun?”
Metalist’in ne amaçla yazıldığını gerçekten anlayabilmiş değilim; ismi mi çağrıştırdı bilmiyorum ama bir süre önce Metal Fırtına kitabı vardı, Türkiye- ABD savaşını anlatıyordu, çok satmıştı. Belki de bu amaçla yazılmış olabilir diyorum.
Aykut Girgin henüz çok genç, bence bolca okumalı, hatta sadece edebiyat değil, edebiyat dışı da. Eminim damarlarında metal dolaşan süper kahramanlardan daha iyi konular bulabileceği gibi, estetik açıdan da farklı bakacaktır.
-Metalist. Aykut Girgin. 2020, Yaygın dağıtımı yok, yazarın twitter hesabında İBAN numarası var, fiyatı 20 TL.
***
Evet kimileri usta kimileri işin daha başında yazarların, roman, öykü, şiir, deneme gibi farklı türlerden altı kitabını okudum son iki haftada. Sorarım size, içlerinden okuduklarınızı düşünün, dillerinin Türkçe olması dışında ortak bir noktası var mı bunların? Ben bulamadım. Hatta yazar isimlerini kapatsak bazılarının çeviri olup olmadığını bile söylemekte zorlanabilirim. İşte bu yüzden Türkçe yazını bir yazıda ele almak güç geliyor.
Sanırım sorun edebiyatımızda ekollerin olmayışı. Biliyorsunuz ekol Fransızca ecole sözcüğünden dilimize geçmiş ve okul anlamına geliyor. Yani işin bir de eğitim yönü var; aynı ekolü benimseyenler ister istemez diğerinden öğreniyor, geliştiriyor. Yani aynı ekoldeki yazarların öncülleri ve takipçileri oluyor ve gelişerek, kendini aşarak sürüyor. Türkçe yazında bunu söylemek güç. Belki şiirde İkinci Yeni ve Garip bunun dışında tutulabilir ama o kadar; dergi çevrelerini ekol olarak göremiyorum ben.
Hal böyle olunca pek çok usta yazar, pek çok yetenek takipçisi olmadan kendisiyle beraber sonlanıyor. Yaşar Kemal gibi.
Ne diyeyim, gelenek oluşturmak gerekiyor. Nasıl mı? O da başka bir yazıya.