Türkiye, bir zamandır Türk-İslâm Sentezi'nde içkin bir siyasi anlayışla yönetiliyor. Türk milliyetçiliği hep vardı zaten; İslâmcılığın artan dozda devreye sokulması, siyasal İslâmcılığın bir iktidar ortağı, giderek bir iktidar öznesi olarak belirginleşmesi 12 Eylül askeri faşist darbesi sonrasıdır.
Siyasal İslâmcılar yeni bir hikâye yazamadılar çünkü “iktidar yürüyüşlerinin” önünü açan gelişmeler esas olarak “iç ve dış mihraklar” tarafından hazırlanmıştı. Anti emperyalist söylemlerine karşın kılıçların çekildiği her gerçek karşılaşmada uzlaşı hattında kalmayı tercih ettiler. Her ne kadar zaman içinde giyindikleri “gömlek” ve ittifaklar politikası değişse de “müesses nizam”a bağlılık anlamında iş birlikçi özleri hep aynı kaldı.
Siyasal İslâmcı düşünceden beslenen tüm partilerin ortak özelliği “takiyye” idi. Kâh siyasal İslâmcı emellerinin üstünü örtmek için takiyye yaptılar kâh emperyalist odaklarla girdikleri iş birlikçi ilişkileri gizlemek için. Hep mağdurdular. Cumhuriyet devrimleri uygulamalarıyla ilişkilendirdikleri “mağduriyet” dili, hiç değişmedi; aynı yakınmacı ton ülkeyi yönetirlerken de varlığını sürdürdü.
İktidarın, dolayısıyla hâkimiyetin padişahtan ve yanı sıra dini otoritelerin elinden alınmasıyla oluşan dışlanmışlık durumu; DP iktidarı döneminde etkileyen bir özne, Demirel ve Türkeşli yıllardaysa tarihi “Moskof düşmanlığı”nın birleştiriciliğinde iktidar ortağı olmaya doğru evrildi.
Gerek Milli Türk Talebe Birliği, gerek Ülkü Ocakları, gerek Komünizmle Mücadele Derneği gibi oluşumların ve koroya sonradan Türk-İslâm senteziyle katılan Aydınlar Ocağı’nın ortak noktası sol düşmanlığıydı. Komünizmle mücadelenin aktif militanları arasında sadece Nihal Atsız gibi ırkçılar, Ahmet Kabakçı gibi milliyetçiler yoktu; Fethullah Gülen gibi “muhterem” din hocaları ve Ayhan Songar, Nevzat Yalçıntaş gibi “mümtaz şahsiyetler” de vardı.
'MİLLİLİK' VE 'YERLİLİK' ESKİ BİR HİKÂYE, CUMHURİYETİN İLK YILLARINDAN KALAN
“Kutuplaştırma siyaseti”, günümüz egemenlerinin icat ettiği bir siyaset yapma biçimi değil. Bütün bir Cumhuriyet tarihi için geçerli olmak üzere; siyaset iktidar ilişkilenişinde “muktedir”, kendisini her zaman milletin “asli temsilcisi” olarak gördü. Tek parti CHP’si döneminde de böyleydi bu, “Yeter! Söz Milletin!” sloganıyla iktidara talip olan DP ve “Hâkimiyet Milletindir!” sloganıyla merkez sağ çizgiyi sürdüren AP döneminde de.
“Düşman”lık üzerine bina edilen kutuplaştırma siyasetine içerilmiş tüm kodlar Cumhuriyetin kuruluş yıllarında fazlasıyla mevcuttu.
Üç kıtada hükümran bir imparatorluktan Anadolu topraklarına kadar daralmanın getirdiği travma, Cumhuriyetin kuruluşunda ve sonrasında hep hissedildi. Anadolu’da yaşayan değişik milliyetlerin temsil edildiği bir devlet yerine Türklük esasına dayalı bir “ulus devlet” kurulması tercihi kültürel ve politik tüm yönelimleri belirleyen bir etkiye yol açtı.
Egemenler, “dahili ve harici düşmanlar”a karşı “son Türk devletini korumak” adına aldıkları sert önlemleri hep orayı, beka sorununu işaret ederek yürürlüğe soktular. Güvenlik ve beka esaslı bu politika her zaman sonuç verdi. Kürt isyanlarının bastırılmasına ve kısmen de olsa irticai faaliyetlere yönelik şiddet bu gerekçeden hareketle kendisine uygulama zemini buldu. Sosyalist ve komünist oluşumlara, derneklere, sendikalara ve meslek örgütlerine yönelik şiddet de benzer gerekçelerle uygulanabildi.
Bir tarafta vatanseverler vardı, diğer tarafta “millet ve devlet düşmanı” hainler; düşmanlık üzerine kurulu bu dil, hiç değişmedi. “Rejim” her zaman tehdit altındaydı; öyle görüldü, öyle tarif edildi. Kâh askeri kâh sivil darbeler aracılığıyla her on yılda bir düşman tanımı revize edilerek güncellendi. Kürtler ve Aleviler bölücülük ve dinsizlik üzerinden kodlanırken komünistler, genelleştirilmiş ifadeyle “solcular”, mülkiyet, din ve devlet düşmanlığı üzerinden - sıklıkla köklerinin dışarda olduğuna vurgu konularak - önce “anarşist” sonra “terörist” yakıştırmasıyla şeytanlaştırıldı.
12 MART VE 12 EYLÜL TÜRK-İSLÂM SENTEZİNİN İSTİKAMETİNİ BELİRLEYEN KİLOMETRE TAŞLARIDIR
Toplumsal muhalefetin sindirilmesine yönelik ilk büyük siyasi kıyım 12 Mart 1971’de yaşandı. Dönemin genelkurmay başkanı Memduh Tağmaç, 12 Mart askeri faşist darbesinin gerekçesini, “sosyal uyanış iktisadi gelişmeyi aşmıştı” diyerek açıklamıştı. Cuntanın celladı Ali Elverdi ise daha açık sözlü çıkmış, “sadece adli değil siyasi kararlar da verdiklerini” söylemişti. (1)
Cuntanın ve onun emir erlerinin siyasi görevi öncüleri imha edip muhalefeti etkisizleştirmekti. Ancak Tağmaç ve Elverdi gibi “asker siyasetçi”lerin ceberut uygulamalarına rağmen sonuç cuntanın beklentisine uygun gerçekleşmedi. Devrimci muhalefet küllerinden yeniden doğarak 1973’lü yılların sonlarından itibaren fabrikalarda, gecekondu bölgelerinde ve okullarda yeniden sahne aldı.
12 Mart’tan sonraki ikinci büyük siyasi kıyım, 12 Eylül 1980’de gerçekleşti. Öncesinde; resmi ve sivil faşist çeteler binlerce devrimciyi, yurtseveri katlederken on binlerce insanı da yerinden yurdundan etti. Sol değerleri benimsemiş yüzlerce aydın, “düşman hedef” olarak kodlandı. Toplum keskin bir şekilde sağ ve sol olarak ayrıştı, ayrıştırıldı. Ölüm listelerinde adı geçen aydın, yazar ve akademisyenlerin bazıları öldürülürken bir kısmı da yurt dışına gitmek zorunda kaldı. Aynı zaman sürecinde Sivas, Çorum, Malatya ve Maraş gibi Alevi yerleşim bölgelerinde “mezhep düşmanlığı”ndan beslenen kitlesel kıyımlar yaşandı. Alevi nüfusun önemli bir bölümü kadim yerleşim yerlerini terk ederek göç etti. (2)
12 Eylül askeri faşist darbesi; toplumun düşman kamplara bölündüğü, aydınından öğrencisine, siyasi parti temsilcisinden sendikacısına insanların ertesi güne sağ çıkıp çıkamayacaklarını bilemediği bir “rıza ortamı” içinde gerçekleştirildi. Rızanın başat unsuru “can güvenliği” idi.
Elbette “can güvenliği” bir vakıaydı ama generallerin görevi bununla sınırlı değildi. Asli görev; halk muhalefetini, özellikle onun öncü gücü olan sol örgütleri “ezmek”, başta sendikalar olmak üzere her türlü muhalefet gücünü etkisizleştirmekti. Emperyalist merkezler ve onun yerli iş birlikçileri kısmi mıntıka temizliğinden daha fazlasının gerekli olduğunun farkındaydılar. Siyasal zor aracılığıyla uygulamaya sokulan “24 Ocak Kararları” halkın daha da yoksullaşmasına yol açmıştı. Partili demokrasi oyunu yeniden sahneye konduğunda bunun sonuçlarının olması kaçınılmazdı. Olası muhalefetin sol cenahta birikmesinin önüne geçilmeli, sisteme itiraz yıkıcı olmaktan çıkartılarak ehlileştirilmeliydi. Ülkedeki en büyük sermaye grubunun başı tarafından dine daha çok önem verilmesi “tavsiye” edildi.
Vehbi Koç’un cunta lideri Kenan Evren’e yazdığı mektup elbette dinle ilgili telkinde bulunmanın ötesinde bir içeriğe sahipti. Darbenin hemen akabinde Evren’e göndermiş olduğu mektupta “Yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemelerinin uzatılmaması ve cezaların süratle verilmesi gerektiğinden” bahseden Koç, “polis teşkilatının güçlendirilmesini, bazı militan sendikacılara ve solcu örgütlere karşı uyanık olunmasını ve hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirlerin alınmasını” istiyordu. Olasılıkla Milli Selamet Partili geçmişi nedeniyle “Özal hakkında çıkartılan dedikodulara itibar edilmemesini, kendisiyle çalışılması gerektiğini” telkin eden Koç, mektubun “Nelere Dikkat Edilmeli?” başlıklı bölümünün 14. maddesinde dinle ilgili olarak şu uyarıda bulunuyordu: “Dinsiz millet olmaz. Din işleri, bu defa, siyasi partilerin istismar edemeyecekleri şekilde düzene sokulmalıdır.” (3)
Şüphesiz ki “Millet hayrı için verilecek mücadelede emrinize amadeyim” diye biten mektupta belirtilen konuların gereği cunta tarafından harfiyen yerine getirildi. Türklük ve Müslümanlık arasındaki ilişkinin “terkibini” Müslümanlığı öncelemek üzerinden yeniden düzenleyen tasarıya uygun olarak Evren, kimi konuşmalarını Kur’an-ı Kerim eşliğinde yaptı. Okullarda din dersi yeniden zorunlu hale getirilirken tarikat örgütlenmelerinin önü açıldı. 24 Ocak kararlarının mimarı ve uygulayıcısı Özal, Nakşibendi tarikatındandı zaten. Onun “tonton” imajı üzerinden tarikatlar - yasal olarak olmasa da fiili olarak- “tehlikeli unsur” kategorisi dışına çıkarıldı. Dört eğilimi temsil ettiğini iddia eden ANAP aracılığıyla ülkenin kırk yılını belirleyecek olan “Türk-İslâm Sentezi” devreye sokuldu. (4)
Hükümetler değişecek, hatta parlamenter sistem yıkılıp yerine başkanlık rejimi ihdas edilecek ama Türk-İslâm sentezince doğrultusu belirlenen devlet politikası değişmeyecekti.
(Devam edecek)
DİPNOTLAR
1. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’la ilgili idam kararını veren Ankara 1 No.lu Sıkıyönetim Mahkemesi başkanı Tuğgeneral Ali Elverdi, 1975 yılında Adalet Partisi’nden Bursa milletvekili seçildi. Son yıllarını MS ve Alzheimer hastası olarak geçiren Elverdi, yemek borusuna kaçan bir cisim nedeniyle boğularak öldü.
2. 3 Eylül 1978 Sivas katliamından on beş yıl sonra, 2 Temmuz 1993’te yarım bırakılan iş tamamlandı. Hemen hepsi irticaya, dinin siyasallaşmasına dikkat çeken aydınların katledilmesini takip eden bir süreçte, üstelik hükümette altı temel ilkesinden biri laiklik olan CHP’nin devam partisi SHP koalisyon ortağı olarak yer alırken Madımak otelinde sanatçı ve yazarlar katledildi. On beş yıl kadar sonra, o dönemde ordunun özel harekat biriminde üst teğmen rütbesiyle görev yapan bir askerin açıklamaları üzerinden katliamdaki “devlet” parmağı ikrar edildi. Katliam sanıklarından Ökkeş Şendiller yıllar sonra milletvekili seçilirken sanık avukatlarından bazıları da -ağırlıkla AKP bağlantılı olmak üzere- kariyer basamaklarını hızla tırmandı.
3. Mustafa Sönmez, Kırk Haramiler / Türkiye’de Holdingler, Gözlem Yayıncılık, s.348-352.
4. Türk-İslâm Sentezi kuramcıları Türklük ve İslâmiyet arasında esasa dayalı bir uyum olduğunu savunurlar. İslâm’ı, Türk olmayı mümkün kılan bir ön koşul olarak görürler. Öyle ki Türklük ancak Müslüman olmak koşuluyla mümkün ve sürdürülebilirdir. Din, aynı zamanda Türk’ü Batı’nın yoz değerlerine karşı koruyan bir kalkandır. Senteze göre Türk milleti, diğer İslam milletlerine kıyasla Allah yolunda savaşma açısından ayrıcalıklı bir konumdadır ve önderlik vasfı vardır.