Değişip dönüşen değişende değişmeyen
Atölyelerden bozma fabrikalarda çalışan proleterlerin, günlük yevmiyeye talim eden sıva ustalarının, zabıtaların kovaladığı seyyar satıcıların, semt pazarlarında tezgâh açanların yerini gri yakalı yeni proleterler aldı.
Gecekondu sokakları... Ömrümüz... Bir ses, bir dokunuş...
Yüzlerce görüntüyle dört duvar arasına taşıdığımız gençliğimiz...
Gem vurulamayan hayallerimiz... Avusturya İşçi Marşı... Devrim...
Kapakları tek renk baskılı kitapların karşı konulmaz çağrısı:
Felsefenin Temel İlkeleri... Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm... Devlet ve İhtilâl... Ama en çok Proletarya Diktatörlüğü ve Dönek Kautsky...
O zamanlar halktı daha çok, fakirdi, fukaraydı, ameleydi; proletaryaya dönüşmesi sol içerikli kitaplarla tanışmamızdan sonradır.
Karanlıkta uyanırlardı, karanlıkta uyanırdık. Sokak lambalarının ışığı henüz sönmemiş olurdu. Solgun ve kederli yüzleriyle geçerdi işçiler. Erkektiler. Konuşmaları, kıyafetleri ama en çok da yürüyüşleri köyden kente henüz göçtüklerini ele verirdi.
Çok zaman geçti. Çok yol yapıldı, çok bina. Arsalar, dükkânlar el değiştirdi. Tanıdık yüzlerin sayısı giderek azalırken okunan selâlarda ismi zikredilen yabancıların sayısı çoğaldı.
Bu sokakları tanıyorum, bu sokaklar bana yabancı. Çocukluğum içi çaputla doldurulmuş patlak topu kovalıyor, başaltını sıyırıp geçiyor attığım misket. Gözlerim yılankavi bir biçimde uzanan su yolunda yürüyorum. O çınarı, kovuklarına göçmen kuşların yuva yaptığı o ulu çınarı arıyorum. Çocukluğumun sırrı o çınarın kovuğunda saklı.
“Ne değişti” diye soruyorum. “Ne değişti? Değişende değişmeyen ne?”
Önüm sıra blucinleri içinde kadın geçiyor iki genç kız. Sonra baş örtülü bir kadın geçiyor şalvarlı sarıklı bir adamın peşi sıra; ardından birkaç türbanlı kadın. Eskiden de olurdu başı örtülü teyzeler ama bu kadar olmazdı. Hastahane koridorlarında, okul çıkışlarında baş örtüden ziyade türbanlı kadınlar...
İki katlı, aşı boyalı evleri arıyor gözüm. Varla yok arası, tek tük. Üzerlerine gökdelenlerin gölgesi düşmüş, gitgide dibe, kuytuya, görünmez olmaya doğru çekilmişler. Bazı bahçe duvarları halâ aynı. Çitler derme çatma. Zaman durmuş gibi. Çitler arasındaki boşluklar kontrplaklarla, tenekelerle kapatılmış. İncir dalları her zamanki gibi gevrek, güvenilmez. Tüm ağaçlar yarı bellerine kadar kireçlenmiş. Yola yakın erik ağaçları yıllar öncesiyle benzer bir yazgıyı paylaşmış çoktan, olgunlaşmadan yağmalanmış dalları.
Çocuklar... Değişeni onlarda görmek mümkün ve değişmeyeni. Kızlı erkekli oynayanlar da var içlerinde, kız kıza erkek erkeğe oynayan da. Başı bağlı bir kız çocuğu duruyor köşede. Yeni yeşermiş göğüslerini saklayarak bakıyor arkadaşlarına. “Kaleden ayrıl” diye bağırıyor sesi erkekleşmeye başlamış bir çocuk. “Sobe” diyor ebe, sesin geldiği yere bakıp. “Hayır, saymam” diyor diğeri, “görmeden sobeledin.” Bir çocuk, bir bacağı aksak, koşarak uzaklaşıyor.
Bir köpek eski bir kamyon lastiğinin içine kıvrılmış, uyukluyor. Delikanlılar, genç kızlar geçerken sadece kendilerinin anlayabilecekleri espirilere gülüyorlar, yüksek sesle. İş dönüş vakti. Eskiden bu saatte her yer erkek olurdu. Kadınlar da var artık, tek tük. Başları önlerinde, sağa sola bakmadan hızla geçiyorlar. Arabesk bir şarkıyı kötü, berbat bir sesle söyleyen bir delikanlıya takılıyor gözüm. Başını çevirdiği tarafa bakıyorum. Kapısının önündeki taşlıkta, renkleri solmuş, yıpranmış bir halıyı yıkıyor bir kadın.
Sokak lambaları hep geç yanar, bazı lambalarsa hiç yanmaz. Yokuşun başındaki ev, ‘yaşandı bütün bunlar, gerçekti’ dercesine yerli yerinde duruyor. Çalı gülleri salkım saçak yine. Avlunun lambası da yandı işte. Bütün bir mahalle patates kızartması kokuyor, biberli, domates soslu. Günün en güzel vakti. Süleymancıkların çıkmasına daha var. Hele bir el etek çekilsin, sakinlesin ortalık, o zaman bahçeyi aydınlatan lambanın ışıltısında saydam oyuncaklı bir geçmiş zaman hatırası olarak arzı endam ederler.
Süleymancıklar yağmuru sever. Aslında yok böyle bir şey. Süleymancıkların yağmuru sevdiğini ben uydurdum. Bir zamanlar bahçelerini ayvası inciri narıyla onlarca meyve ağacının şenlendirdiği bu eski gecekondu bölgesinde belki de artık tek bir Süleymancık bile yaşamıyor.
Geçip gitti ömür. Bu sokaklar o sokaklar değil. O zaman da gürül gürül akmazdı ama orda olduğunu bilirdiniz. Dere. Yok artık. Gece kelebelikleri de yok, Süleymancıkları koruyup kollayan o güzelim çocuklar da.
Tuğla taşımıştık, harç karmıştık birlikte. 1 Mayıs Mahallesi idi o zaman, öyle der öyle bilirdik. Fırından yeni çıkmış bir ekmek gibi sıcak, içtendi insanlar. Sandalyelerimiz brikettendi, akşamları melamin altlıklı bardaklarla sunulan çayın kokusuna devrim türkülerinin coşkusu karışırdı.
Çok zaman geçti, çok hayat, çok şehir.
Atölyelerden bozma fabrikalarda çalışan proleterlerin, günlük yevmiyeye talim eden sıva ustalarının, zabıtaların kovaladığı seyyar satıcıların, semt pazarlarında tezgâh açanların yerini gri yakalı yeni proleterler aldı.
Yoksulluğumuzu söylüyor yine hıncahınç dolu toplu ulaşım araçları. Yüzler asık, keyifsiz. Ertesi güne işsiz kalkmak ihtimali yine bâki, geçim derdi yine yerli yerinde.
Mayıs alanlarına çıkardı eskiden tüm sokaklar.
O günden bugüne çok şey değişmiş olsa da büyük hakikattir, değişmedi:
Devrim: Bâki!