Futboldan zevk alanlara hep imrenirim, maç seyredilen ortamlarda çılgınca tezahürata katılamamak, hatta hiçbir şey hissetmemek bende bir tür mahcubiyet yaratır. Olayın mantığını elbette biliyorum. Sahaya salınmış yirmi iki kişi, belirli kurallar dahilinde, bir topu tekmeleyerek bir yere sokmak için itişiyorlar. Ben sadece bunun neden heyecanlı olduğunu, insanların bir takımı neden diğerine tercih ettiklerini anlayamıyorum. Yani futbol söz konusu olduğunda ne kadar istesem de ortama uyum sağlayamıyorum.
Ağır sıklet boks maçları öyle değil mesela. Çok hızlı hareket eden horoz ya da hafif sıklet boksörler bir yana, ağır olanların hareketlerini ve taktiklerini analiz edebilir, duruşlarının ima ettiği hamleyi kavrayabilirsiniz. Ve netice, genellikle kesindir. Açık verip çenesine 120 kg. ağırlığında bir ağır sıklet yumruğu yiyen boksör yıkılır ve müsabaka sona erer. Fakat futbol öyle değil. Sürekli bir kalabalık, itişme, gösterilen kartlar, anlaşmazlık, küfür kıyamet, kaleden kaleye üşüşen adamların tekmeleyip durdukları top içeri girince muazzam bir uğultu ve şamata… Her maçtan sonra bu kadar tartışma, polemik, hakaret olduğuna göre, futboldaki neticenin belirsiz, yani tarafların daima tatminsiz olduğu sonucuna varabiliriz. Holiganizm denilen sosyal felaket herhalde bu tatminsizlikten kaynaklanıyor. Tribünde tatmin olamayınca sahaya inip futbolcuları pataklıyor, sokaklara fırlayıp ortalığı ateşe veriyorlar. Oysa bir boksör ringe serilmiş yatıyor, diğeri ise yumruklarını birleştirmiş sıçrayıp duruyorsa, neticeyi kimse tartışamaz, her şey gayet açıktır. Kimse galip gelen boksörü dövmeye de kalkışmaz.
Bu seçimler, geçmişte olanların aksine, bende futbol maçı seyrediyormuşum gibi bir hissiyat uyandırıyor. Fakat saha çok karışık; pek çok takım aynı anda mücadele ediyor, oyuncuların bazıları silahlı, sadece tuttuğu takımın oyuncularıyla röportaj yapan medya sürekli sahada, projektörler belirli oyuncuları aydınlatırken diğerlerini karanlıkta bırakıyor; sahada seccade sermiş namaz kılanlar, sürekli dans eden ponpon kızlar, halay çekenler, oyuncular arasında fır dönerek ağzından alev püskürtüp para dağıtan palyaçolar, dev bilbordlarda penguenler, kasıtlı penaltı vererek ona buna kırmızı kart gösteren Amerikalı hakem, Fellini filmlerini andıran eğlenceli kalabalıklar ve daha pek çok şey birbirine girmiş. Bu arada maç devam ediyor. Neticenin kimseyi tatmin etmeyeceği açık. Amerikalı hakemin bitiş düdüğüyle birlikte tribünlerin sahaya akacağını, kitlelerin sokağa döküleceğini, çatışmaların hızla yayılacağını kestirmek için kâhin olmaya gerek yok.
İşte bu noktada, biri aydınlanmacı/Cumhuriyetçi, diğeri ümmetçi/işbirlikçi olarak vücut bulan iki ağır sıklet boksörün tıpkı Haziran Ayaklanması’ndaki gibi karşı karşıya geldiğine tanık olabiliriz. Bilindiği gibi Haziran’da müsabakaya gayet iyi başlayan ve sert yumruklarla hasmını “kroke” eden boksör, ilerleyen round’larda kondisyon kaybına uğrayarak ringden inmiş ve Amerikalı hakem diğerini hükmen galip ilan etmişti. Oysa iki ay daha, maç sırasında organize olarak yumruk sallamak mümkün olsaydı, hasmın iki seksen ringe uzandığını görebilecektik. Ancak her maçın bir rövanşı vardır. Önemli olan zihnen hazırlıklı olmak, moral/motivasyonu sadece rakibi değil Amerikalı hakemi de indirecek ölçüde yüksek tutmaktır.
Özetle, Seçimler ile Haziran arasında, “top çevirmek” ile “devirmek” arasındaki kadar büyük bir fark vardır.
Neyse… Siz bu eğlencelik/gayrı ciddi yazıyı bence dikkate almayın. Toplumsal olaylar ne futbola ne de boksa benzer. Top, bilindiği gibi, yuvarlaktır ve indirici yumruğun nereden ne zaman çıkacağı hiç belli olmaz, kavgada yumruk da sayılmaz. Toplumsal olaylar ise özünde sınıfsal ve ideolojiktir. Maalesef tarih, 21. asrın başında tıpkı bir önceki asırda olduğu gibi, halkımızın önüne çözümü çok zor bir problem koydu. Ne diyelim, iyi olan kazansın…