Geçtiğimiz ay önemli bir tiyatro sanatçısını, Nedret Güvenç’i yitirdik. Gerçekten önemli bir sanatçıydı, farkına varmasak da hepimizin yaşamına dokunmuştu; onu ya izlemiş ya da sesini duymuştuk. Burada 1948 yılında başlayan profesyonel tiyatro sanatçılığını kastetmiyorum sadece, bunun yanı sıra oynadığı filmleri ve dizileri, dört kitabını, üç plağını da söylemiyorum; seslendirme yaptığı yüzlerce filmi anımsatmak istiyorum. O filmler halâ televizyonlarda. Benim zihnimde ise Hürrem Sultan rolüyle duruyor. Orhan Asena’nın ‘Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe’ oyununda Hürrem’i canlandırdığı kesin ama ben sanki Hürrem Sultan’da da oynadı gibi anımsıyorum, umarım belleğim beni yanıltmıyordur (1).
Hürrem rolü zordur çünkü hem bir yandan güçlü; imparatorluğun geleceğini belirliyor, diğer yandan korku içerisinde zayıf; yakın çevresine "Bu halk hiçbir zaman beni sevmedi, hiçbir zaman benimkileri sevmedi, hiçbir zaman sizi sevmedi. Şimdi neden korkarım, anladınız mı?" diyebiliyor. Bir yandan çocuklarını korumaya çalışırken, diğer yandan saltanat tutkusu davranışlarını yönlendiriyor ve "Saltanat tutkusu insanın başına vurmasın bir kez, önce sarhoş eder sonra da ardından çılgınlığı gelir" diyebiliyor. Bu ‘şizoid’ rolün altından Nedret Güvenç başarıyla kalkmıştı. Elbette bir de resmi tarihte olan ve bu yüzden neredeyse tüm Hürrem Sultan öykülerinde, bu arada Orhan Asena’nın oyununda da ve çok bilinen ‘Muhteşem Süleyman’ dizisinde de bulunan, her olayı bir saray entrikası gibi gören ve rolü gerçeklikten koparan bir yaklaşım var ki, bu da rolü zorlaştıran bir etmen. Biliyorsunuz Kanuni döneminde ticaret yollarının Atlantik’e kaymasıyla Osmanlı maliyesi bozulmuş, akçe değer yitirmiş ve geçici vergiler kalıcı hale getirilmişti. Yani, İstanbul’un doğusunda ülke yoksulluk hatta kimi bölgeler açlık içerisindeydi. Hürrem Sultan’ın entrikalarıyla öldürüldüğü söylenen Şehzade Mustafa’nın infazında aslında bu durum için önerdiği, saraydan farklı bir ekonomik çözüm, tımar sisteminin güçlendirilmesi vardı(2). Yani, öznel değil, nesnel nedenleri vardı tasfiyesinin. Oyunda somut gerçek olmayınca, ister istemez karakter de yapay kalır ve oynamak zorlaşır. Güvenç’in altından kalktığı işte böyle bir sıkıntıydı.
-Hürrem Sultan. Orhan Asena. Çeşitli yayınevlerinden tek veya diğer oyunları ile birlikte basılmıştı. Tek baskıları sahaflarda 3-35 TL.
Nedret Güvenç’in rol aldığı diğer bir oyun da Moliere’in Tartüf’ü. Tiyatro tarihinin en önemli yapıtlarından biri elbette ve dramatik yapısı ve dolayısıyla dengesi sanki bir ders gibi okunabilir. Şöyle anlatayım, esere ismini veren Tartüf, beş perdelik oyunun üçüncü perdesinde sahnede görünür. Moliere ilk iki perdeyi seyirciyi hazırlamak için kullanır ve böylece oyunun sarkmasını engeller. Dramatik yapı çok iyi olunca, oyuncularından işi biraz kolaylaşıyor gibi geliyor bana. Zaten bu yüzden tiyatro eserleri, oyun yazarının ismiyle tanınırken, sinema yapıtları yönetmeniyle bilinir; özel ilgililer dışında senaryoyu kimin yazdığı pek bilinmez. Sinemada yönetmenin anlatımı çok önemlidir; iki kişinin karşılıklı konuştuğu bir sahnede bile kameranın açısı, hareketi ve sonradan kurgu sinema dilini oluşturur. Elbette tiyatroda da yönetmen çok şey katar ama bu ‘çok şey’in dozu sinemadaki kadar fazla değildir.
Tartüf’ün konusunu aktarmayacağım da dinci gericinin her dönemde aynı olduğunu söylemeliyim. 1600’lü yılların ortalarında geçen bu oyunda yobaz, kadınının göğüs dekoltesini mendille örtmeye kalkıyor. Ama sıkı da bir yanıt alıyor:
Sizin baştan çıkmaya meyliniz var demek,
Hislerinizi bayağı etkiliyor et görmek.
Evet, Mitos-Boyut yayınları çevirisi kafiye ve vezin düzenini aktarabilmek için beyit yapısına uygun düzenlenmiş, daha doğrusu Türkçe yeniden söylenmiş ve bence çok güzel olmuş:
Neyse, kocamı gördüm; henüz görmemişken o beni,
Çıkıp yukarıda bekleyeyim gelmesini.
-Tartüf (Tartuffe). Jean-Baptiste Poquelin Moliere. Kitapçılarda Mitos Boyut ve Dergâh Yay. baskıları var. Etiket fiyatları sırasıyla 27 ve 25 TL.
Kitaba dönecek olursam, Baudelaire’in komediden çok dram olduğunu söylemesi bir yana, Yılmaz Gruda Şu Bizim Tiyatromuz’da, temelinde eşcinsellik vardır der Tartüf’ün. Ben böyle görmüyorum; sanırım bu yorum metinden çok yönetmenin sahneye koymasına bağlı olsa gerek. Gruda’ya göre, “Kuşkusuz tiyatro sanatı önce metinle var. Oyuncu da tutar bu metni yorumlar, toplumdaki yerini bulur, sözcükleri aksiyona dönüştürür.” Sanırım anahtar kavram işte bu: ‘aksiyona dönüştürmek’. Yani metin değişmez ama yönetmen ve oyuncularla eyleme geçer. Böyle bakınca metnin önemi iyice belirginleşir ve Gruda bu noktada kimse için sözünü esirgemez: “Merak ettim; alıp oyunu (Mikadonun Çöpleri) okudum. Emeklerine, kâğıda-kaleme acıdım bitirdiğimde: Melih Cevdet Anday oyun yazarı değil ki, şair!” Bu örneği tartışmayacağım ama iyi yazar olmanın, iyi oyun yazmak anlamına gelmediği genellemesine katılırım.
-Şu Bizim Tiyatromuz. Yılmaz Gruda. Koza Yay., 1976. Sahaflarda 5-80 TL.
Örnek olarak Talip Apaydın’ı ve tek oyunu olan Bir Yol’u verebilirim. Sahneye konuldu mu bilmiyorum ama 1966 ve 1972’de birer baskı yaptıktan sonra bir daha basılmamış. Talip Apaydın bence, hak ettiği ölçüde ön plana çıkmamış bir yazar. Özellikle ‘Tütün Yorgunu’nun Türkçe yazılmış en iyi romanlardan biri olduğunu düşünüyorum. Ancak oyun yazmak farklı bir şeydir; romanda olduğu gibi kişinin duygu halini aktaramaz, çevreyi betimleyemezsiniz. İş eninde sonunda gelir diyalogların yazımına ve dramatik dengeye kalır. İşte her şeyi burada yapmanız gerekir ve bu yüzden roman veya öykü yazmaktan farklıdır. Ayrıca, Bir Yol’da tipler de biraz plastik kalmış gibi. Gruda’ya öykünmeyle, ‘Apaydın oyun yazarı değil ki, romancı!’
-Bir Yol. Talip Apaydın. Varlık Yay., sahaflarda 3-75 TL arası.
Oyun yazımı tarihinde bireysel çıkışlar dışında iki büyük devrim olduğunu düşünüyorum. Birincisi Shakespeare; kendisinden önceki tiyatronun tekdüze karakterlerinin yerini, Shakespeare’de kendi iç dünyalarının geriliminde sıkışan insanlar alır, ki bunu esas olarak diyaloglarıyla yansıtır. Diğeri ise Brecht’tir; tiyatroyu hayal dünyası olmaktan çıkartıp, oyunun seyirciyi yönlendirmesine, duygularını belirlemesine karşı çıkıp, bir oyun izlediğini anımsatan kurgusu, yani epik tiyatro.
Şimdi bu iki devrimin kazanımları, diyaloglar ve kurgu, bir kenara bırakılıp, metin bütünüyle mesaj verme kaygısıyla yazıldığında aslında oyun yine çok şey kaybeder. Diğer yandan, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Mektupları ve Tiyatro Eleştirileri’nde bulvar komedilerinden, bir mesajı olan iki ‘zihniyetin’ çatışmasına geçişe bir ilerleme olarak bakılıyor ama bu 1900’lü yılların başlangıcı için geçerli olabilir, sonrası için değil.
-Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Mektupları ve Tiyatro Eleştirileri. Haz.: Abdullah-Gülçin Tanrınınkulu. Özgür Yay., 1998. Sahaflarda 3.5- 70 TL.
Konuyu değiştirmiş olacağım ama kitaptan aktarmadan yapamayacağım bir şey öğrendim: Gürpınar 1924 yılında “Bahriyemizin Hali” ve “Yavuz’un Tamir Edilmezse Batacağı Söyleniyor” isimli makalelerinden dolayı askeri sırları açıklama suçlamasıyla yargılanmış! Tıpkı Müyesser Yıldız, Enis Berberoğlu gibi. Demek ki bu gariplikler sadece günümüzde olmuyormuş.
Neyse, konuya dönersek, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın tam da tartışmaya çalıştığım konuda önemli bir saptaması var: “Kimi yazarlar tiyatro yazmak için kalemlerinde geniş bir kudret bulurlar. Bu hal sanatı takdir gücünden yoksunluğu gösterir”. Gerçekten de böyle, acaba neden Shakespeare’in roman veya öykü yazmadığını kimse düşünmez?
Elbette her ikisini de çok iyi yazanlar var. Örnekse Leonardo Sciascia. Esas olarak roman yazarı olarak bilinmesine karşın, güzel bir oyunu da var: Sayın Bakanım. Sciascia ilginç bir yazar, sürükleyici, polisiye kitaplar yazıyor. Kendisi bu türde eserler vermesini ''daha kolay okunabilmek, okuyucunun kitabı yarım bırakmasına engel olmak'' olarak açıklıyor. İlginçtir, Sayın Bakanım’ı “oynanmaktan çok okunmak için” yazdığını söylüyor. Bu çok aklıma yatmadı; bir oyunu okurken kişinin aklına gerçek bir yaşam değil, sahnedeki yaşam geldiğine göre (acaba sadece ben mi böyle okuyorum oyunları?) zaten her okur kendi zihninde sahneye koymuş gibi olmuyor mu? O zaman yukarıda söz niye? Bunlar kafamdaki sorular ama oyun gerçekten güzel. Hele her şeyi özetleyen şu söz: “İktidarda olup da suç işlemeyeni bilmiyorum”. Sadece bu söz bile yakın bir zamanda Türkiye’de oynanamayacağının garantisi bence; sahneye konsa eminim hemen çeşitli terör örgütleriyle iltisakı nedeniyle savcılar harekete geçecektir. Acaba diyorum Sciascia, bugününün Türkiye’sini düşünerek oynanmaktan çok okunmak için” yazdığını söylemiş olmasın? İşte o zaman bütün taşlar yerine oturuyor kafamda.
-Sayın Bakanım. Leonerdo Sciascia. Gündoğan Yay., 1995. Çev.: Necdet Adabağ, sahaflarda 3-10 TL.
Evet bugün durum kötü ama geçmişte çok mu iyiydi? Bana sorarsanız “elbette bundan daha iyiydi” diyeceğim de tam da bunu söylerken aklıma Woody Allen’ın ‘Paris’te Gece Yarısı’ filmi geliyor. Film günümüzde geçmektedir ama genç bir yazar kendisini bir anda hayalini kurduğu 1920’lerde Fitzgerald’ların, Hemigway’lerin Paris’inde bulur. O dönemde yaşayanlar ise ‘la belle epoque’ denilen 1900’lü yılların başlarını özlemektedir. ‘La belle epoque’ takiler ise Rönesansı…Burhan Arpad Perde Arkası’nı 1959 yılında yazmış, ki bence çok iyi bir dönem tiyatro açısından, ama kendisi de nostaljiyle 1920’leri özlüyor. Sanırım aynı durum.
-Perde Arkası. Burhan Arpad. Yeditepe ve Doğan Kitap’tan basılmıştı. Sahaflarda 5-55 TL.
Dönem değiştikçe tiyatro da değişiyor ama bu değişim nereye doğru bunu söylemek güç ama özel tiyatrolar açısından değişmeyen tek şeyin ekonomik sıkıntı olduğunu anladım Perde Arkası’nı okurken. O yıllarda bile hasılatın yüzde altmışı kiraya gidiyormuş. Tiyatroların ekonomik sorunları böylesine büyük ve ‘kadim’ olunca yıllar içinde söylemi de değiştirmiş. Şener Aytemur’un Tiyatro İşletmeciliği ve Yönetimi, ki bence işletme kavramlarının tiyatrodaki karşılıklarının göstermek amacıyla yazılmış, oyun yazımını en önemli “girdi” olarak nitelendirilmiş. Dikkat edin: girdi! Kitap, dediğim gibi, indirgemeci bir tarzda kavramların karşılıklarını vermiş ama gereksinim duyan için de bir boşluğu doldurduğunu söyleyebilirim çünkü bildiğim kadarıyla bir sempozyum kitabı dışında konuyla ilgili başka bir kaynak yok Türkçede. Kitaptaki kimi yerlerde ayrıntılara fazlaca girilmişse de, örneğin yönetici odasında klima, halı, telefon vs. bulunması gerektiği gibi, bence tiyatro kısmı eksik kalmış veya yeterince işletme kavramlarıyla kaynaştırılamamış. Veya zaten sanat işletme kavramıyla bağdaşmaz. Ancak yazarın 2016 yılında basılmış, çok yakın isimli ama iki misli hacimde başka bir kitabı daha var(3). Belki aklıma takılanların burada yanıtı vardır diye düşünsem de benim için şimdilik bir tane tiyatro işletmesi kitabı okumak yeterli. Bitirmeden söylemem gerek, kitapta “fuayede kitap satış reyonu olabileceğinden” söz ediliyor ki bu düşünceyi çok tuttum çünkü her oyunda, oyunla ilgili bir doküman almak istemişimdir; tıpkı operalarda satılan program kitapçıkları gibi.
-Tiyatro İşletmeciliği ve Yönetimi. Şener Aytemur. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., 1988. Sahaflarda 3-30 TL.
Nedret Güvenç’ten başladık, fuayeye kadar geldik. Sanırım ben tiyatroyu özlemişim…Sanırım değil, kesin olarak özlüyorum; bu iş sadece okuyarak olmuyor.
(1)Bir kaç kaynağa baktım ama tam emin olamadım.
(2)Kapitülasyonları da bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
(3)Tiyatroda İşletmecilik ve Yönetim. İkinci Adam Yay., 2016