Daha önce, Gezi Direnişi sırasında da sormuştum: Tarih, korkulması gereken bir şey midir?
Ne olduğu yeterince bilinmez ise, evet.
Ama hiç kuşkusuz işlevi yalnızca korku kaynağı olmakla sınırlı değildir; zira tarih, kullanılmadığı takdirde ‘bugün’ ve ‘gelecek’ sözcüklerinin anlamsız kaçacağı bir kavramdır. Birkaç katlı bir yapının ilk katlarına bakmaksızın son katları hakkında ahkâm yürütmek kadar anlamsızdır. İlk katlarının sağlam olup olmadığına aldırılmayan çok katlı yapılar, sonunda çökebilir. Tıpkı geçmişlerini doğru bir tarih kurgusuna yerleştirilememiş olan toplumların ancak çöküp gitmeye mahkum ‘bugün’leri yaşamaya çabalamaları gibi.
Tarihin yol açtığı korku, kaçınılmazlığından kaynaklanır. Ünlü Alman oyun yazarı Georg Büchner (1813-1837); ‘tarihin sonunda mutlaka işlerlik kazanan kendine özgü yasaları’ndan söz ettiğinde, aslında tarihin günün birinde mutlaka yazıldığını dile getirmek istemişti. Bugün olup bitenleri ‘nasılsa günün birinde unutulur, önemli olan her zaman sonuçlardır, günü gönlümüzce gün etmektir’ yanılsamasıyla geçmişin akışına bırakmak, dahası kimi zaman olup bitenlerin doğru tarihi hiçbir zaman yazılamasın diye kanıtları, izleri, ipuçlarını ortadan kaldırmak, daha doğrusu kaldırdığını sanmak, kesinlikle boşunadır. Çünkü olup bitenler, ‘insanlığın ortak belleği’ diye adlandırabileceğimiz bir bellekte mutlaka iz bırakarak geçmişe karışır. Somutlaştırmak için şöyle de diyebiliriz: O bellekte silinmek, ortadan kaldırılmak istenen her mobese kaydının kendine özgü bir kopyası vardır; her cinayetin ve bu arada bütün katillerin imgeleri, o bellekte hiç soluklaşmaksızın hep saklanır.
Ve belki de hepsinden önemlisi: Söylenen bütün yalanların gerçek yüzü, bazen gerçek anlamda dine gönül vermiş bir cami imamının, gerçeği çarpıttığı veya sakladığı takdirde insanlığından olacağına inanan bir görgü tanığının, bazen somut kanıtlar olmaksızın bir kararın altını imzalamakla bir ‘hukuk insanı’ kimliğiyle adalete ihanet edeceği bilincini taşıyan bir yargıcın, bazen de önüne getirilen yaralıya şifa verme çabalarına girişmezden önce: “Bu, hangi saftandır?” diye sormakla Hipokrat Andını kirleteceğinden emin olan bir tıp insanın vicdanından yansıtılır. Albert Camus’nün vakitsiz ölümünün ardından bir yazar arkadaşı şöyle demişti : “O, çağının vicdanı olup çıkmıştı…”
Çağının vicdanı - yani öyle bir insan ki, gerçeğin hiçbir yalana benzemediğine daha en baştan inanmış insan. Tarih, varlık nedenini böyle insanların da yaşamış olmalarına borçludur.
Peki kimlerdir bütün bunlara rağmen tarihten korkmayanlar? Onlar da öyle insanlardır ki, tarih bilinci denilen kavramdan, yani bugün’ün dün’ün uzantısı, yarın’ın da kaynağı olduğu gerçeğinden habersizdirler; onlar öyle insanlardır ki, bugün’ün günün birinde tarih olabileceğinin ve hep de olduğunun farkında değillerdir.
Oysa her bugün, zamanı gelip çattığında, ama bu kez tarih denilen hesaplaşmanın potasında gerçeğe evrilmeye sonrasız yargılıdır!