Yıllar önce sendikacı bir arkadaşım vardı. Bir keresinde kendisini kızdırmıştım. “Marx, kitaplarında ‘işçi sınıfı’ diye bir şeyden söz ediyor,” demiştim, ciddi bir tavırla. “Türkiye’de bu şeyden niye yok? Bilincini niye size taşıtıyor da kendisi ortalıkta görünmüyor?”
Çok kızmıştı. Sınıf bilincinin diyalektiğini uzun uzun anlatırdı. “Kendinde” olması sınıfın fiilen var olmadığını göstermezdi. Onun “kendisi için” bir sınıfa dönüşmesi mücadele süreci içinde gerçekleşir, kriz dönemlerinde sıçrama yapardı. Günlük pratik içinde sınıf sadece “ekonomik bilinç” geliştirebilir, “siyasi bilinç” ise ona ancak dışarıdan taşınabilirdi.
Sanırım benim romantik bir küçük burjuva devrimcisi olduğumu düşünüyordu. Tarihin tekerleği döner ve her dönüş insanlığı sosyalizme biraz daha yaklaştırırdı. Feodalizmi nasıl kapitalizm izlediyse, onu da sosyalizm izleyecekti. Bir keresinde de Proudhon okuduğum için kızmış, Lenin’in örgüt teorisini oluştururken Naçayev’den etkilendiğini iddia ettiğimde de asabı bozulmuştu. Kafa karışıklığının iyi bir şey olmadığını söylerdi.
Aslında kafa karışıklığı iyidir. Başka deyişle, karışık olmayan kafadan düzgün fikir çıkmaz.
Sosyalist sol açısından baktığımızda, kendi tarihimizin en büyük kafa karışıklığını yaşadığımız kuşku götürmez. Bu karışıklıktan ne çıkacağını kimsenin bildiğini sanmıyorum. Her netleştirme çabasının bu karışıklığa katkıda bulunduğu, en azından ilerletici olmadığı gayet açık. Çünkü ilerlemek için düşünmek yetmiyor; hareket, en azından bir ilk hareket, bunun için de bir devindirici lazım. Dışarıdan nesnel koşullarla kuşatılmış, içeriden öznel koşullarla parçalanmış vaziyetteyiz; ortada da Haziran Ayaklanması gibi, her bir tarafın kendine göre tanımladığı, sahiplensek de mahiyetini tam olarak (bütünüyle) kavrayamadığımız, muazzam bir şenlik ateşi gibi etrafı aydınlattıktan sonra yavaşça sönerek yerini zifiri karanlığa bırakan enteresan bir şey duruyor. Tekrarlayacağını umut ediyoruz ama, hangi ucundan tutacağımızı bilemiyoruz, o “biz”miyiz yoksa başka şey mi, emin olamıyoruz, belki biraz da içinde kaybolmaktan korkuyoruz.
Kitle hareketleri, sınıf mücadelesi kıvılcımları (TEKEL işçilerinin direnişi mesela ya da Haziran) kadim farklılıkları bir an için belirsizleştirdi; fakat ardından gelen durgunluk, gericiliğin baskısı, milliyetçi Kürt hareketinin ÖDP’nin 1996’da benimseyip de beceremediği solu birleştirme misyonunu üstlenerek bazıları için inandırıcı olması ve daha pek çok şey, farklılıkları derinleştirdi. Atışmalar, kavgalar, farklı keskin görüşler her zaman oldu. Fakat ilk kez bölünmüşlük derin bir yabancılaşmayla damgalandı.
Anlayamadığınız için size çok aykırı gelen bir şeye yabancılaşırsınız. Yabancılaşma bir noktadan sonra kategorik olarak yok saymaya yol açar, bu da düpedüz düşmanlıkların başlangıcıdır.
Tarihin tekerleğine dönecek olursak, bunun sürekli biçimde ileriye doğru gittiğini söyleyemeyiz. Bazen geriye doğru hareketlenip kendisini ileriye doğru döndürenleri altına alıp ezdiği görülmüştür. 90’lı yıllardan beri bu geriye doğru hareketlenme sürüyor. Ayrıca tekerlek parmaklarını sıkıca kavramış uluslararası ya da ulusal bir proletaryadan hiç söz edemeyiz. Bu yüzden 19. asır proletarya tanımlarından hareketle yazılanlar ya da yapılan çözümlemeler sanki sanal bir sınıf dayanağı varsaydığı için biraz havada kalıyor gibi. Bu yüzden, fazla kitabi takılmadan, dikkatleri “sınıf”tan topluma, toplumun siyasi bölünmüşlüğüne, bu bölünmüşlüğün potansiyel ve muhtemel dinamiklerine, emperyalizmin bölgesel hareketlerine yöneltmekte fayda var. Siyaset yapmak istiyorsak tabii…
Siyaset yapmak istemiyorsak, bize ayrılan küçük bahçede son yirmi yıldır yaptığımız gibi kımıldamadan durabilir ya da kısmi ve küçük başarılar için çabalamaya devam edebiliriz. Bu durumda, sosyal demokrasi kılığına bürünmüş neo-liberalizmin ya da sosyalizm maskesi takmış etnik ayrılıkçılığın bizi büyük bir coşkuyla kapsayıp kucaklayarak bağrına basmasına ya da demokrasinin kesinlikle rafa kaldırılacağı bir restorasyon döneminde bütün diğer katı şeylerle birlikte bu kez tamamen buharlaşmaya engel olamayız.