Tarih biliminin enteresan bir yazgısı vardır. Sadece yöntemi veya diğer bilimlerle ilişkisi tartışılmaz, tarihin kendisinin bir bilim olup olmadığı bile tartışma konusudur. Kimileri, her disiplinin tarihinin, o disiplinin bir konusu, bir parçası olduğunu, bu nedenle de ayrı bir tarih bilimine gereksinim olmadığını söylerken, tam tersi bir uçta Marksistler, gelecekte tek bir bilim olacağını, bunun da tarih bilimi olduğunu söyler. Bildiğim kadarıyla benzer durumda olan başka bir alan da yok.
Hakkında bu kadar çok şey tartışılan tarihin, belki de tartışılmayan tek noktası dünyanın en ideolojik bilimi olması. Gerçekten de böyledir; tarihi nasıl gördüğünüz baktığınız yere bağlıdır: sağdan bakarsanız başka, soldan bakarsanız başka görünür tarih. Abdülhamit dönemi tartışmalarının altında yatan neden budur. Gerçekten de, bana göre çok kötü olan dönemleri, başkalarının samimiyetle çok iyi olarak nitelendirdiğine defalarca tanık oldum. Örneğin, kimilerinin asr-ı saadet olarak nitelendirdiği dört halife dönemi, benim tarafımdan bakıldığında dört halifenin üç tanesinin suikastla öldürüldüğü karışık bir dönemdir. Tersi, Sovyetler Birliği için söylenebilir.
Bu işin bir yönü; diğer yönüyse her ideolojinin ya da düşüncenin yaygınlaşabilmesi için kendisine tarihi bir kök bulma zorunluluğudur. Hele bir de bu ideoloji iktidardaysa! Her iktidar kendi ideolojisini topluma, öncelikle tarih üzerinden verir. Bu aslında kendi iktidarının öncekilerden farkını ortaya koyup, kendisini meşrulaştırma çabasıdır. Her iktidar hem kendini, hem de yıktığını tarih üzerinden açıklamak zorundadır, yani kendi tarihini yazmak zorundadır.
Tarihçinin veya tarihe bakan kişinin yaptığı en temel iş olguları seçmektir. Çünkü geçmişteki sayısız olgunun tümünü ele almak olası değildir. Elbette olgu seçiminde de ideolojik bir yön bulunabilir ama bu daha çok bir yöntem sorunudur. Örnek mi? Sifon. W.H. Carter kitabında su tesisatının tarih içerisindeki gelişimini anlatıyor. MÖ 5000 yılındaki ilk su tesisatından günümüze dek gelişimini toplumsal değişmelerle koşut olarak izliyoruz. Kitapta ister istemez kanalizasyon sistemindeki değişimler de yer alıyor.
Sifon. W.Hodding Carter. KÜY, Çev.: Defne Karakaya 2018. Etiket fiyatı 22 TL.
Su tesisatında kurşun borular ilk kez eski Yunan’da kullanılmış. Bu cümleyi sadece bir bilgi gibi algılayabileceğiniz gibi, kurşunun boru şekline getirilme teknolojisiyle, kurşun borulara gereksinimin ortaya çıkışıyla bağlantısını kurduğunuzda ise toplumsal yapıyı görebilirsiniz. Bu şekilde tesisattaki değişimlerle, toplumsal değişimin koşutluğu görünür hale gelir. Benzer biçimde Tom Standage’in Altı Bardakta Dünya Tarihi’nde, bu kez toplumsal değişmeyi altı değişik içki (bira, şarap, damıtık içkiler, kahve, çay ve Coca Cola) üzerinden izleriz. İnsanın yerleşik yaşama geçmesiyle bira yapımına başlanmasını, sonrasında bira yapımının toplumsal değişmeyi belirlemesini akıcı bir dille anlatıyor Standage. Bira yaşamda öyle önemli bir hale geliyor ki, “ekmek katı biraydı, bira sıvı ekmek” diye tanımlanıyor durum. Yazarın toplumbilime hâkimiyeti, damıtık içkilerin ateşli silahlar ve bulaşıcı hastalıklarla sömürge dönemini belirlemesini, akıl çağında kahvenin önemini, sanayileşmeyle birlikte çayın işçileri uzun vardiyalarda uyanık tutmasını, hızlı hareket eden makinelerle çalışırken yoğunlaşmalarını sağladığını açık ve tutarlı bir biçimde anlatmasına olanak sağlıyor.
Altı Bardakta Dünya Tarihi. Tom Standage, Kırmızı Kedi Yay., Çev.: Ahmet Fethi, 3. Baskı, 2017. Yeni baskıları var, etiket fiyatı 27 TL
Aslında hangi materyali seçerseniz seçin tarihi yazabilirsiniz. Önemli olan, seçiminizle toplumsal yapı arasındaki diyalektik bağı yakalayabilmenizdir. Tarihi materyalizm denilen şey de budur. Su tesisatı ve içki değil sadece, eğitim sistemiyle, savaşlarla, ulaşım araçlarıyla vs. üzerinden de tarih yazılabilir. Hatta aralarında geçişler de yapılabilir. Yani, popüler içkinin üzerinden, sifon tarihi, eğitim sistemi üzerinden kömür üretimi de yazılabilir, çünkü hepsi toplumsal yapının bir biçimde yansımasıdır.
Tabii bu iş her zaman bu kadar başarılı olamayabilir. Sefa Saygılı’nın Dünyayı Aldatanlar kitabı bence örnek olarak gösterilebilir. Yurtdışından çoğu bilim insanı otuz beş, Türkiye’den de sadece Nurullah Ataç’ın (nedense?) ele alındığı kitapta bu kişilerin ortak özelliği olarak şana, şöhrete, servete ve şehvete düşkün oldukları söyleniyor. Aslında çok iyi bir konu elden kaçırılmış. Şöyle ki, Freud için, “Yahudi tabiatı, aşağılanma ile şekillenen ruhi yapısı, insanlardan intikam alma eğilimi, kendi cinsel sapıklığı ile birleşince….” diyor. Tamam, karşı düşüncede olabilirsiniz ama bu kadar da olmaz ki! Darwin için, “Tıp tahsili için Edinburgh’a gönderildi ama maymunlara olan hayranlığından ötürü okuyamadı”, Marks için “Kapital’e ekonomik pislik, işçilere eşekler derdi”, Bahailik için “şeriatın yerine aklı koydular” dedikten bir sayfa sonra “getirdiği eserler akıl dışıdır” demesi gibi çok sayıda örnek var kitapta. Tüm bunlara bakınca, ciddiye almak olanaksız hale geliyor. Ama söylemeden geçemeyeceğim, “sahte mehdileri”, “gerçek İslam tebliğcilerinden” ayıran özellikleri yazdığı bölüm ilginç!
Dünyayı Aldatanlar. Sefa Saygılı, TÜRDAV Yay., 2. Baskı 1998. Baskısı yok, sahaflarda 3-15 TL arası.
Stefan Zweig, tarihte bir med cezir hareketi olduğunu düşünür. Yarının Tarihi ismiyle yayınlanan denemelerinde, tarihin değişmez, ritmik bir yasanın egemenliği altında olduğunu söyler ve ekler “tarihi ancak kendileri yaşamış olanlar gerçek anlamda okuyabilir ve anlayabilir”. Aslında bu tarihin reddi olarak yorumlanabilir, eğer insan sadece kendi yaşadığını anlayabilecekse. Burada, yaşamak gerçek anlamıyla, yani olabildiğince dar anlamda kullanılmış. Örnek olarak XVI. Louis’in idam edildiği meydandan “bir taş atımı uzakta” ağlarını atan balıkçıların idamla hiç ilgilenmediklerini ve onların bile tarihinin farklı olduğunu söylüyor. Ben böyle düşünmüyorum ama kitaptaki şu söz önemliydi benim için: “Her mektup tek bir kişiye, duyguların paylaşılması için öngörülmüş belli bir insana yöneldiğinden, ister istemez konuşanın ikinci bir portresine dönüşür”. Bunu okuyunca, acaba mektuplardan tarihe bakılabilir mi diye, ince bir mektup kitabı aldım kitaplığımdan: Einstein Mileva Mektuplaşmaları. Daha önce okumuştum; anımsadığım, Mileva’nın hiç de sanıldığı gibi bilimsel açıdan Einstein’ın gerisinde kalmadığı ve çocukların beslenmesi gibi günlük yaşam konuşmalarından “akışkanların moleküler hacimleri arasındaki orantısallığı” gibi konulara hızlı geçişleriydi. Neyse, tahminlerimin aksine, anlatılanlar çoğunlukla çok özel olduğu için zamanın tarihini takip etmek çok zor, hatta olanaksızdı. Evet, tarih anlatmalarını beklemiyordum ama mektuplardan günü takip edebilirim diyordum, olmadı.
Yarının Tarihi. Stefan Zweig. Can Yay., 7. Baskı, Çev.: Ahmet Cemal, 2017. Etiket fiyatı 14 TL.
Einstein Mileva Mektuplaşmaları.Düşün Yay., Çev.: Mustafa Yücel. Daha sonra Alfa Yayınları'ndan basıldı. Etiket fiyatı 11 TL
Tarihi, tarih kitapları dışında en iyi okuma kaynaklarından biri de anılardır. Yaşanmışlığı yazma anlamında Zweig’ın da doğrulanmasıdır bu aslında. Vecihi Hürkuş’un Bir Tayyarecinin Anıları başlığıyla düzenlenen kitabı, su tesisatı veya içki örneklerinde olduğu gibi, havacılık üzerinden Birinci Dünya Savaşı’ndan, 1960’lı yıllara dek Türkiye tarihini anlatıyor.
Bir Tayyarecinin Anıları. Vecihi Hürkuş. YKY, 5. Baskı, 2018. Yeni baskısı var, etiket fiyatı 37 TL
Daha önce de yazmıştım, anılar benim en keyifli okuma deneyimlerim arasındadır. Tam olarak nereye oturtacağımı da bilemem; kimi zaman bir roman, bir öykü tadındayken, kimi zaman kendimi ciddi bir teorik yapıtı okurken bulurum. Sevmem sadece bu gelgitlerden değil, asıl sevme nedenim içerdikleri olağanüstü öznellik. Kimi zaman aynı olayı farklı yazarlardan okuduğumda gördüğüm farklılık, hayrete düşürecek denli büyük olur. Buna belki bellek yanıltması denilebilir ama bu yanılsamadaki seçicilik bile kişinin baktığı yeri gösterir kanımca. Bu şekilde bakıldığında satır aralarını okumaya başladınız demektir ki artık anıların gizleyecek bir şeyi kalmamıştır.
Söylemeden geçemeyeceğim, aynı yıllarda yaşayan ve yaşamlarını havacılığa adamış iki insanın, Vecihi Hürkuş ve Nuri Demirağ’ın, yaşamlarının neden sadece bir kez kesiştiğini, neden işbirliğine gitmediklerini anlamakta güçlük çekiyorum. Bu sorunun yanıtını sadece Bir Tayyarecinin Anıları’nda değil, bu konuda okuduğum diğer kitaplarda da bulamadım (bizde Türk havacılık tarihini okumak bir aile geleneğidir). Yanıtını bulduğumda bu konuyu yazacağım.
Evet, tarih çeşitli yerlerden okunabilir, çeşitli materyaller üzerinden okunabilir. Bir konu hariç; seçimler. Tarihin seçimler üzerinden yazıldığını hiç görmedim.