Bilmeyen yoktur diye düşünüyorum; yine de tedbir olsun, ben yazayım…
Dicle Üniversitesi Diyarbakır’dadır. 1974 yılında kurulmuştur. İnternetteki sitesinde, sembolü olan çift başlı Selçuklu Kartalının altında “Bilginin Medeniyet ve Hoşgörüyle Buluştuğu Yer” yazıyor…
Söz yok, bu tümcenin her sözcüğüne ayrı bir yazı yazılır…
Ne ki bu günlerin Diyarbakır’ı hoşgörüden, ne hoşgörüsü, insanlıktan yana nasibini hayli yitirmiş görünüyor…
Sadece bu günün tarihi değil, yetmişli senelerden bu yana ne badireler, ne acılar yaşanıp geçmiştir bu kentten; bu havaliden…
***
Diyarbakır’a, üniversite işleriyle ilgili ilk gidişim, 78 yılının “öğrenci seçme ve yerleştirme sınavları” sırasında olmuştu.
O sıralar üniversitede taze asistanım. Asistanların ekonomik, demokratik haklarına ilişkin mücadele yürüten Tümas’ta (Tüm Asistanlar Derneği) örgütlüyüm ve iş yeri temsilciliğini yürütüyorum. Benzer bir örgüte de yani Tümöd (Tüm Öğretim Üyeleri Derneği) de hocalar mücadele ediyordu. O zamanın jargonu ile ortaklaşa ve kendi kulvarlarımızdan “demokratik üniversite” kavgasını veriyoruz…
Sonra Ankara’dan bir uçak dolu akademisyenle beraber kente ulaşıyoruz. Havaalanı hem bir tane, hem de iki kısım. Askeriye tarafında uçakların saklandığı kümbet gibi hangarlar var. NATO hem burayı, hem de Malatya Erhaç havaalanını o zaman da, bu zaman da kullanıyor.
Biz sivil bölüme iniyoruz. Bölüm sivil olmasına sivil; ne ki, bizi “her tarafı asker dolu” bir manzara karşılıyor. Buna önce hiçbir mana veremiyoruz. Etrafımızı hemen bir bölük jandarma çeviriyor. Hepsi makineli tüfekli ve “Tomson” (doğru yazılışı: Thompson M1A1) taşıyorlar. Sanki üniversite sınavı yapmaya değil de, savaşa katılmaya, yeni bir destek birliği olarak geldik. Tedbirler dudak uçuklatıyor.
Kimilerimiz önce içimizden bir türkü tutturuyoruz…
“…Jandarma biz/ Sosyalistiz/ Dostuz yalnız biz sana/ Kurtuluşun bizimledir/ Elini uzatsana…”
İşin kerrakesini ise kuşkusuz sonra anlıyoruz...
Uçaktan inen bizler, bu emniyet tedbirleri içinde, iki ya da üç otobüse bindiriliyoruz. Sivil otobüsler arada, önde, ortada, arkada bir taburluk bir askeri refakat konvoyu ile şehre hareket ediyoruz. Başta komutan cipi; bir ala-ü vala ve sirenlerle şehre dalıyoruz.
Aman ki aman! Derin nefes çekiyoruz ve içimizden “Hoş bulduk Diyarbakır” diye geçirmek istiyoruz. Ne ki ve acaba öyle mi?
Geçmiş gün hepsini hatırlamak mümkün değil… Yerel örgütlenmelerin gazeteleri, bildirileri koca manşetlerle bizi bekliyor… Kalacağımız otelin kapısında, bavulu içeri koyamadan elimize bugün de yayın hayatına devam eden “Rızgari, Roja Welat” falan tutuşturuluyor.
Başlığa bakıyoruz… “Ankara’dan faşistler kentimize gönderildi. Amaç doğulu gençlerin üniversiteye girişini engellemektir. Sınav hazırlıklarını boykot ediyoruz”…
Hayda…
Ne faşisti; ne boykotu… Sonra boykotun ne menem bir şey olduğunu ise ertesi sabah öğreniyoruz…
Benim görev yerim, şimdilerde unuta yazdığım bir semtte olan Atatürk ilk ya da ortaokulu… Bir taksiye biniyorum ve okulun adını söylüyorum. Şoför yüzünü buruşturuyor ve okulun adı diye başka bir şey söylüyor… Tamam, bildiğin gibi olsun; yeter ki yolu bulalım gibisinden bir şeyler geveliyorum. Sonra okula varıyoruz. Yolunu, odasını, sorduklarımdan hiç cevap alamıyorum; ama sonunda okul müdürünü de buluyorum. Bana ekşi bir tebessümle bakıyor. Mademki geldiniz hocam diyor, işte okul, işte sınıflar. Nasıl biliyorsanız, kendiniz öyle hazırlayın.
Yani boykotun gerçekliğinde beni kendi başıma bırakıyor… Ben de bir gün önce okuduğum bildiri başlıklarını bir kez daha hatırlıyorum…
Bu böyle olamayacak. Toparlanıyorum. Okulu öylece bırakıp, çözüm yolu bulmak için tekrar yola düşüyorum.
Serde Tümas’lılık var. Hele faşist nitelemesi öyle kanıma dokunmuş ki; değme gitsin…
Sorup, soruşturuyoruz; sonra konuşulması gereken ilgililerin adresine bir biçimde ulaşıyoruz. Sur dibinde bir park ve parkın çevresine sıralanmış tek katlı bir sıra bina. Aynı mahalde hem TÖB-Der, hem de Devrimci Doğu Kültür Derneği merkezleri var. Bunlardan birisinde genişçe bir odaya alınıyoruz. İçeride olanlarla, Ankara’dan gelenlerin birkaç temsilcisi ve sözcüsünden birisi olarak konuşuyoruz, konuşuyoruz. Biz; konuştuklarımıza göre yaşça biraz fazla genciz. Ama nihayette ve sonra, kazasız, belasız bir sınav için anlaşıyoruz.
Kapının önüne çıktığımızda, yoldan geçen ve hayatımda daha önce görmediğim bir vatandaş yaklaşıyor. Bana adımla hitap edip, hocam merak etmeyin öğretmen arkadaşlar okulları hazırlamaya başladılar bile gibisinden bir şeyler söylüyor… Yetkililerden birisi olsa gerek. Zira söylediğinden çok emin. Ben gözlerimi biraz açarak galiba sadece gülümseyebiliyorum veya yutkunuyorum… Öyle ya daha odadan yeni çıktık ve o zamanlar cep telefonu falan bilim kurgu filmlerinin konusuydu…
Sonuç ne mi?
Ankara’nın gerçeği ile Diyarbakır gerçeğinin karşıt açılarını, ilk kez bu denli yakından görüp anlıyorum… Bir kentin içten nasıl örgütlü olduğunun ayırdına, ilk defa o zaman tanık oluyorum… Bir gün önce faşist diye karşılanan ve toplantı bitiminde, sokakta hiç tanımadığın insanlardan, gözünün içine sıcaklık salan selamlar alan ben ve arkadaşlarım, hayatımızın o evresinde, bugününün yaşananlarının ilk habercisiyle o tarihlerde karşılaşıyoruz…
Sınava ilişkin hayli macera var. Ne ki eski anılara ara verip, bugüne dair birkaç hususu değinmem gerek…
***
Başta adından bahsettim ya… Dicle Üniversitesi, kocaman bir bölge üniversitesi. Bir sürü fakültesi ve bunların içinde bir de Eczacılık Fakültesi var. Üç yıldan bu yana öğrenci alıyor ve bu yıl ilk alınanlar üçüncü sınıfı okuyor.
Eczacılıkta üçüncü sınıf, meslek derslerinin okutulmaya başlandığı dönemdir. İlk iki sınıf için, hoca bulmak göreceli kolaydır. Eskinin deyimiyle FKB (fizik-kimya-biyoloji) türü derslerin hocalarını farklı fakültelerin benzer bölümlerinden karşılayabilirsiniz. Oysa meslek dersleri için dalında uzman, meslek erbabı hoca olması gerekir ki, tabelaları görkemli ve fakat hocası olmayan yeni türeme eczacılık fakültelerinde de yok olan budur. Dicle eczacılıkta da bu kadrolar tek tüktür ve eğitimi götürebilmek için, kadroları yetkinleşmiş eski kuruluş tarihli fakültelerin hocalarından destek ve eğitim lojistiği almaları gerekmektedir. Dicle’ye de bu desteği, anlaşmaya göre bu yıl, benim çalıştığım Gazi Ecza eda etmektedir.
Şimdi yazacaklarım, bana anlatılanlardan nakildir… Yani giden arkadaşlardan dinlediklerime dairdir…
Dönem içinde, fasılalı haftalarda, bizim fakülte Meslek Bilimleri ve Farmasötik Teknoloji bölümlerinden Diyarbakır’a derse giden arkadaşlar, bir dönemde Ankara’da anlattıkları yoğun bir teorik ders ve pratik uygulamayı, orada bir haftaya sıkıştırmaya çalışmaktalar. Yani Dicle gibi benzeri konumdaki fakültelerde üniversite eğitimi böyle taşıma suyla döndürülmektedir. Ne demeli, artık Allah kabul ederse…
Dönelim tekrar Dicle’ye…
Diyarbakır’ın havası ve güneşini, sınıftan dışarı adım atamadan gündüz tadamayıp, boş kalan yegâne zaman olan akşam vaktinde buldukları lokanta ya da kafede konaklayan arkadaşların anlattıklarına bakılırsa…
Hangi ara diye soran olmasın; hepsi de bu aralar gidiyorlar; yani tam da şu yaşadığımız ve her gün ölüm haberlerinin geldiği bu günlerde…
Yaşanmışlık, görülmüşlük ve yorumlara bakılırsa, Diyarbakır kenti, sürdürdüğü hayata göre iki ayrı kent manzarası verir olmuş…
Havada, gece, gündüz dolaşan helikopterler; şehrin bir köşesinden gelen silah sesleri ve başka köşede de İstanbul’u, Ankara’yı aratmayan mekânlarda genç, yaşlı insanların Diyarbakır’da, Türkiye’nin batısında gibi sürdürdükleri günlük bir yaşantı ya da gece hayatı.
Bu da nereden çıktı lafını sanki duyar gibiyim…
Türkiye’nin doğusuna ilişkin yokluk, yoksulluk algısı, anlaklarımızda kalıcı izler bırakmıştır. Oysa doğuda ki kentlerimizin görüntüsünde de, gündelik yaşamlarında da, serbest pazarın etkileri derinleşmeyi sürdürmekte ve her geçen gün ziyadesiyle gelişmektedir. Neredeyse dünya markalarını satan dükkânlar ya da metropollerin kafe-lokantalarına benzer yerler, beş yıldızlı oteller, AVM’ler olağan manzaralar içine girmiş vaziyettedir.
Daha önceki gidişlerimden de hatırladığım, Diyarbakır da, bu süreçten nasibini hayli almış durumdadır.
Neden mi bunca lafı yazdım…
Oralarda olan bitene, Türkiye’nin batısından kuvvetli duyarlılık ve yankı gelmediğinden şikâyetlerin bol olduğu günlerdeyiz.
Adına ne deneceğini artık şaşırdığım ve tanımlayacak laf bulmakta hayli zorlandığım bu demlerde, insanlığın yoğa yazdığı bir Diyarbakır, Sur, Suruç, Silvan, Cizre, Hakkâri ve benzeri coğrafyalarda sürüp gelen ölümlerin, kayıpların ve insanlığın yok oluşunun ve sokağa çıkma yasaklarının en derin sessizliğini yaşamaktayız.
Hesaba bakılırsa, devlet, işin müsebbibinin PKK olduğunu, karşı kesim ise tezgâhçının devlet olduğunu anons ettikleri günlerde, onca kent içinde ölümler gündelik yaşamın sıradanlaşmış olaylarına dönüşmüş durumdadır. İnanılmaz ama duymaktan, öğrenmekten kas katı olduğumuz başka bir gerçeklik daha var. Neredeyse çocuk yaşta ölen ve yaralananların sayısı yüze yaklaşmış durumdadır… Evler arama adıyla basılmakta ve kimin neden infaz edildiği belli olmayan cinayetler gerçekleşmektedir. Cinayetin nedeni olur mu demeyin? Artık bölgeden, kentlerden, köylerden göç almış yürümüş ve hayalete dönüşen mahalleler Türkiye’nin Gazzesi olmuştur…
Hendek savaşları, Peygamber atıflarıyla ve hendeği mezar kılacağız savıyla şiddetlenmekte, kimin neye ve nasıl çanak tuttuğu ise algı operasyonları içinde volatilleşmektedir.
Kesim, kısım, taraf olunmasından ya da suçlamasından öte, meselenin getirildiği noktaya bakıyorum ve insanlığımdan utanıyorum. Memlekete yaşatılan bu uğursuz kadere isyan ediyorum…
Evet, belki Türkiye’nin batısı sessiz ve hatta evet, anlatılanlara bakılırsa, Diyarbakır gibi olayın yaşandığı bir kentte, bazı mahalleler kan ağlarken, öteki semtte insanlar sanki başka âlemdeymiş gibi, duymuyor, görmüyor ve dilsiz…
Bu biraz da savaşın yaşandığının ve farkına varıldığının demine, yani “savaş algısının nöropsikolojisine” benziyor. Hem biliyoruz; hem görüyoruz; hem de yaşıyoruz ve yaşama güdüsüne içkin olmalı ki, sanki “hiçbir şey yokmuş” gibi yapıyoruz. Memleketin ahval ve şeraiti ve dahi manzara-i umumisi, kendimizden kaçış ve toplumsal otistik bir davranış sergisi gösteriyor…
***
Buraya kadar anlatılan manzara tamamdır.
Oysa duruma ve yoruma dair ahalide bölünmüşlük ise tavan yapmış bulunmaktadır.
Yaşanlar büyük ölçüde düzmece bir senaryodur. Siyaseten ayakta kalmanın, her mubah addedilen tezgâhı, bu hikâyede rol biçilen taraflara oynatılmaktadır. Rolünün havasında ve teşne olanları olayı giderek daha karmaşıklaştırmaktadır. Olaylar karmaşıklaştıkça taraflar daha çeşitlenerek çoğalmaktadır. Yani çözümsüzlük katsayısı giderek artmaktadır.
Kürt siyaseti sadece Türkiye coğrafyasında değil, Orta Doğunun sınırlarının yeniden çizildiği bu tarihte, çevremizdeki komşuların (İran, Irak, Suriye) sınırları içine yayılmış vaziyettedir. Bu yayılım içindeki Kürt siyasetleri de farklı saik ve siyasi çıkarlarla ayrışmış bir konumda ve uluslararası ilişki ve çıkarların konusu ya da aparatı haline gelmiş durumdadır. Kısacası, Türkiye Kürtlerinin heterojen siyasi tutumları ve yaşanmakta olan savaş yangını, üzerine benzin dökecek askeri taktik ve stratejilerle çözülemeyecek bir düzleme ve ülkenin geri dönüşsüz bir bölünmeye sürüklendiği aşamaya varmıştır.
2002 den bu yana, Cumhuriyetin yeni-Osmanlıcı bir rejime dönüştürülmesine mimarlık yapan AKP iktidarına bakılırsa, bu süreçte Türkiye ahalisi, neredeyse üçe ayrılmıştır. AKP karşıtı ve Türkiye’nin ilerici-aydınlanmacı damarından sulanan ve fakat hem kendini ifade etmekte ve hem de kuşkusuz örgütsüzlüğün ağır basmasıyla, memleketin geleceğine müdahale etme becerisine erişemeyen büyük payda, bütün gövdesiyle ortada durmaktadır. AKP tabanında ise, partisi cihetinden ne fırtına koparsa kopsun, milim sapma bulunmamaktadır. Kürt siyasetleri de Arafta olmanın derin yalnızlığında kader kısmet avında görünmektedir.
Siyasette, çok genel doğruları söyleyerek, haklı görünüp seçenek yaratmamak çağı kapanmış olsa gerektir. Türkiye’nin düzeninde sorunun sermaye-emek çelişkisine dayalı olduğunu terennüm etmek ve fakat bu doğru genel gerçekliğe karşın “nasıl bir mücadeleyi” tarif etmemek, AKP iktidarının sürmesinde neredeyse taraf olmaya denk gelmektedir.
Öyleyse toplumsal örgüde bölünmüşlükleri dikkate alan ve bu bölünmeden yeniden bir birleşik ve eşitlikçi laik bir vatan çıkarmak için saf tutmaya çalışanların, doğru bir denklem kurması gerekmektedir. AKP tabanı, ilerici damarla, Kürt kimliğine ne denli uzaksa, ötekiler göreli olarak birbirine o denli daha yakındır. Mesele ilerici bir siyaset atılımı yapacak ve bunu toplumsal kurtuluş sayfasına yazacak bir cephe örgütlenmesine duyulan ihtiyacın anlaşılmasından ve örgütlenmesinden geçmektedir. Bunun arayışını yapmayan siyasetlerin, üstü cilalı görüntüleri, tarihin seyri içinde herhalde silinip gidecektir.
Meram hem belli, hem de artık anlaşılmış olmalıdır.
Sıra Hüseyin Güneş’in sözlerinden alıntıyla, bilindik bir türküye yol vermeye gelmiştir...
“Bir can almakla insan biter mi heval? / Bir can almak ile insan bitermiş heval.
Kahpe kurşun kalemini kırar mı heval? / Kahpe kurşun kalemini kırarmış heval
Şu Dicle’nin suyu… Şu Munzur’un suyu senden geçer mi heval…
Analar da oğul diye içer mi heval?
Şu Cudi’nin dağlarında… Şu deli poyraz…
Şu Dicle’nin suyu senden geçermiş heval…”