Beşiktaş, şampiyon oldu. Türkiye Kupası’nı da alarak lig şampiyonluğunu taçlandırdı.
Endüstriyel futbolun kurallarına göre dizayn edilen Süper Lig öngörülene uygun bir şekilde geçti. Hangi maçın hangi gün hangi saatte oynanacağını yayıncı kuruluşun belirlediği 2020-2021 sezonu son ana kadar çekişmeli bir mücadeleye sahne oldu. Kara Kartallar, sezonun başında “ezeli rakiplerine” kıyasla şampiyonluk bahsinde en az şans verilen takımdı. Bütçe sınırlaması nedeniyle kısıtlı bir kadro ile mücadele etmesine rağmen ipi birinci olarak göğüslemeyi bildi. Şampiyonluk kutlamasıyla ilgili yapılan yorumlarda, dört bir yanı siyah beyaz bayraklarla donatan Beşiktaş taraftarının tutkusundan, boğazda tekneler eşliğinde gerçekleştirilen etkinliğin dünyada bir benzeri olmadığından söz edildi.
Futbol, bir tutkudur. Eduardo Galeano kadar olmasa da bu satırların yazarı için de futbol, yokluğunda eksikliğini hissettiği bir meşgaledir. (1)
Bilen bilir, Beşiktaşlıyım, hani şu “övünmek gibi olmasın” diye cümlenin başına ek getirenlerden. Beşiktaşlılık deniz yolları emekçisi bir baba ve denizci bir dededen miras. Meşin yuvarlakla, futbolun arsada güzel olduğu zamanlarda tanıştım. Çocukluğumun geçtiği semt takımında amatörce top koşturdum. Gazozuna oynardık. En popüler oyuncuların bile transfer ücretleri olsa olsa bir apartman dairesi parasıydı o zamanlar. Bahis oyunları yok değildi, vardı ama sadece ülke takımları ile sınırlıydı. Futbol; adını hiç duymadığımız, hangi ülkede hangi şehirde olduğunu bilmediğimiz takımların iddialı bahislere konu olduğu bir endüstriyel oyun değildi. Ülkenin en büyük kentinde futbol maçlarının nizami olarak oynanabileceği tek bir stat vardı. Her ne kadar ismi memleket siyaseti barometresine, futbol-iktidar ilişkisine bağlı olarak değişse de üç büyük kulüp resmî maçlarını aynı sahada, Dolmabahçe’de oynardı. Farklı renklere gönül vermiş taraftarlar aynı statta, yan yana tribünlerde oturup müsabaka izlerdi. Oturmayıp ayakta izleyenler, maksadını aşan sataşmalarda bulunanlar da olurdu tabi ama gerilim saha dışına pek taşmazdı. Rakip ve rakip taraftarlar aşağılanmazdı. Tezahüratlar eğlenceliydi. Rekabet vardı ama düşmanlık yoktu. Fenerbahçe kaptanı Can Bartu ve Galatasaray kaptanı Metin Oktay’ın, jübile maçında forma değiştirerek maçın bir bölümünü rakip takım formasıyla oynaması doğal karşılanırdı. Beşiktaş’ın efsanevi kaptanı “Baba Hakkı” rakip takım oyuncuları için de Baba Hakkı’ydı. (2)
Sonra biz büyüdük ve şarkıdaki gibi değişti dünya. Bir sonuç oyununa indirgenen futbol, zaman içinde “güzel oyun” olmaktan çıktı. (3) Başarı her şey oldu. Şampiyon olmak başarının tek ölçütü olarak görüldü. Ligi birinci bitirene, şampiyonluk sayısına ve forma rengine göre altın ya da gümüş yıldız takılıyordu. İkinciye teneke yıldız bile yoktu. Birinci lige ikinci ve üçüncü lig, bölgesel amatör ligler eklendi. “Süperstar”lar devrindeydik artık. En üst ligin başına “Süper” eki geldi. Alt ligler, statlar, takım adları ticari firma adlarını ön ad olarak isimlerine ekledi. Nasıl ki ülke ekonomisi uluslararası sistemin ihtiyaçlarına göre yapılandırıldıysa futbol da yerel gelişim dinamiklerinin törpülendiği bir düzen içine çekilerek yapılandırıldı. Futbol kulüp alt yapıları çoraklaştı. Anadolu kulüpleri de içinde olmak üzere takımlar yabancı futbolcu istilasına uğradı. Nihayetinde bu işin bir ekonomik maliyeti vardı. Dünyanın başlıca “futbol ülkeleri” içinde kendilerine yer bulamayan “yabancı” oyuncular “uygun maliyetlerle” yerli oyuncuların yerini aldı. Ülkesinde miadını doldurmuş yabancı hocalar baş tacı edildi. Takımların sahaya tek bir yerli oyuncu bile olmadan çıktığı zamanlar oldu. Kazayla aradan sıyrılan alt yapı oyuncularının çoğu, zaman içinde silikleşerek unutuldu.
Hal ve ahval böyleyken; Beşiktaş’ın şampiyonluğu sonrasında yapılan söyleşilerde iki isim öne çıktı: Sergen Yalçın ve Rıdvan Yılmaz.
Teknik direktör Ali Rıza Sergen Yalçın, Beşiktaş’ın kolej takımı --Ahmet Telli’nin şiirine göndermede bulunarak söylersek -- “arkadaşlık günleri”nden kalma bir efsaneydi. (4) Beşiktaş alt yapısından yetişmiş, alt yapı ağırlıklı bir kadroyla üst üste şampiyonluklar yaşamış biriydi. Bu sezon bazı maçlarda görev alan sol bek Rıdvan ise takımın en genç oyuncusuydu. İz bırakan birçok büyük hikâye gibi Beşiktaş’ın bu yılki hikâyesi de iç içe geçmiş, birbirini tamamlayan çok sayıda hikâyeyi içinde barındırıyordu ama en ilginçlerinden biri Rıdvan’ın hikâyesiydi. Kendisiyle yapılan söyleşide geçen, “Üç dört yıl öncesine kadar ben de Ersin de top toplayıcıydık” cümlesiyle birlikte sempatik bir figür olarak seçikleşti. Bu yanıyla Rıdvan’ın hikâyesi, bir zamanlar Kilyos’tan Fulya’ya belediye otobüsüyle antrenmana giden hocası Sergen Yalçın’ın hikâyesiyle buluşuyordu.
Sergen Yalçın, ilkinde değilse de ikincisinde yani Türkiye Kupası’nı kazandıktan sonra, pek rastlanmayan türde ilginç bir açıklamada bulundu. Başarının şampiyonluğa endekslenmesini doğru bulmadığını, ikinci olan Galatasaray’ı ve üçüncü olan Fenerbahçe’yi de başarılı bulduğunu söyledi ve ekledi: “Açıkçası, biz biraz daha şanslıydık!”
Futbolda şansa yer var mıdır yok mudur, bu ayrı bir konu. Kim, ne zaman söylemiş bilmiyorum ama futbol basit bir oyundur ve içinde çokça hayat barındırır. Sergen, futbolun basit bir oyun olduğunu ilim düzeyinde ele alıp uygulamış Serpil Hamdi Tüzün’lerin, Beşiktaş’a şampiyonluklar kazandırmış Gordon Milne’nin öğrencisiydi. “Şerefinle oyna, hakkınla kazan” düsturuyla yetişmişti. Dobraydı. Savaşan bir takım yarattı. Futbolun sahada kazanılması gerektiğine inandığı için, sonuca tesir eden TFF ve MHK kararlarını gündeme getirerek “kime karşı mücadele ettiklerini bilmek istediğini” söyledi. Sözünü sakınmadı. Tüm bir sezon boyunca taraftarsız, salgın koşullarının baskıladığı ortamlarda oynanan maçlarda çok acayip şeyler oldu. Müsabakalar öncesinde takımların hangi kadroyla sahaya çıkacaklarından çok hangi maça hangi hakemin verildiği, VAR Odası’nda kimin olduğu konuşuldu. Saha dışı faktörler hiç olmadığı kadar devredeydi. “Futbol sadece futbol değildir” klişesinin gelgitli ibresi bir ihtimalden diğerine dolaşıp durdu. Herkes kendi meşrebince zar attı. Ve sonunda futbol-iktidar ilişkisi esas alındığında şampiyonluk ihtimali en düşük olan takım, Beşiktaş şampiyon oldu.
Nasıl oldu peki?
Tercih! Beşiktaş yönetimi biraz da mecburiyetten --endüstriyel futbolun kıskacı altında ne kadar olabilirse o kadarıyla-- geçmişini hatırladı. Doğru teknik adam seçimiyle başladı işe. Ezelî rakipleri son yirmi otuz yılda kendilerine kazandıran sistemi ve mevcut iktidara yakın isimleri tercih ederken Beşiktaş, Sergen Yalçın ve ekibiyle devam etmeyi tercih etti. İnandılar. Ancak sadece inanmak yetmezdi. Bütçe yetersizdi. Sınırlı sayıdaki oyuncudan maksimum verim almak lazımdı. Futbol hep söylenen ama yıldızlara dayalı sistem tercihi nedeniyle bu niteliği göz ardı edilen kolektif bir oyundu; “arkadaşlık günleri” geri çağrıldı. Takımdaki yerli yabancı oyuncuların antrenman yaparken, maç içindeki ve sonrasındaki halleri ekranlara taşındı. Neşeliydiler. Belli ki yaptıkları işten keyif alıyorlardı. Önce futbolcular, sonra yorumcular aile ortamından, birbirinin açığını kapatan yardımlaşmadan, kardeşlik ve arkadaşlıktan bahsettiler… Toplumda eksikliği hissedilen özlenen ne varsa, şampiyon takımın şahsında, bir gerçeklik olarak tezahür etmişti. Taraftarın sahiplendiği, taraftarı olmayanınsa hakkını teslim ettiği şey buydu.
Son ana kadar papatya falı açan futbol yorumcuları Beşiktaş’ın şampiyonluğu hak ettiğini söylediler. Belki Galatasaray belki Fenerbahçe kazandığında da aynı şeyi söyleyeceklerdi. Bunda bir tuhaflık yoktu, onların işi buydu. İlginç olan fanatiklikle arasına mesafe koymuş futbol ilgililerinin de aynı şeyi söylemesiydi. Beşiktaş’ın şampiyonluğunun belli olmasının hemen sonrasında insanlar bir taşma hali içinde birbirini aramış; “yapabilirliğin”, “demek ki olabiliyormuş” duygusunun getirdiği coşku hali tavan yapmıştı.
Toplumun futbolla ilgilenen bir kesimi Beşiktaş’ın şampiyonluğunda “motorları maviliklere sürme” özleminin karşılığını, inanıp mücadele edilirse imkânsız görülenin gerçekleşebilir olduğunu gördü. Zemberek boşaldı. Kara Kartallar’ın şampiyonluğu birbiri üstüne bindirilmiş haksızlık ve adaletsizliklere karşı bir yanıt olarak algılandı, benimsendi. Devlet korumalı şahsiyetlerin, çetelerin saldırısında yakınlarını kaybedenler, iktidarla iltisaklı nüfuz sahibi kişilerin işlediği suçlarda sağır duvarlarla karşılaşanlar, adalet arayışı içinde mahkeme kapılarında tartaklananlar, sosyal medya mecralarında, öldürülen çocuklarının siyah beyaz formalı fotoğraflarını paylaştılar.
“Bir kulüpten daha fazlası!”
Barcelona futbol takımı için böyle söylenir. Katalanlar’ın ulusal kimliğinin, bağımsızlık mücadelesinin yeşil sahalardaki karşılığıdır çünkü.
Beşiktaş’ın şampiyonluğu, şampiyonluktan daha fazlası mıdır?
Son zamanlarda hissedilir biçimde beliren “çok alâmetlerle” bir ilişkisi var mıdır?
Bunu zaman gösterecek!
DİPNOTLAR
1. Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Kucaklaşmanın Kitabı, Ateş Anıları serisinin yazarı; elinde şapkası, dünyanın dört bir yanını gezerek stadyumlarda “Tanrı rızası için, güzel bir maç lütfen” diye yalvaran, kendi deyimiyle “iyi futbol dilencisi”dir. (Bkz. Eduardo Galeano, Gölgede ve Güneşte Futbol, Can Yayınları, 1998.)
2. Takım tutmak bir tür aşktır, geçmeyen bir çocukluk aşkı. Beşiktaşlı şairlerden Emirhan Oğuz’un “Meşin Yuvarlak” şiirinde bu aşkın “Baba Hakkı”lı hallerini görmek mümkündür: “ (.....) Dört başı mamur mağazadan değil / nalbur Durmuş’tan alınmış / başka umutların, başka mahalle / sahalarının tozunu yutmuş meşin yuvarlak / Yamulmuş biraz, dış deri boyası kalkmış (.....) onursuz desinler bize dönersek aşkımızdan / Bu topu baba hakkına Baba Hakkı hakkına / siyaha beyaza boyamalı / değil mi ki yer siyah gökler beyaz / Beşiktaş’ım âlemlerin kralı.”
3. Futbol-iktidar ilişkileri bağlantılı bir dizi yazı için Bkz. https://www.politez1.com/detail/-/10423/futbol-hep-futboldan-fazlasiydi-muktedirin-golgesinde-sakatlanan-guzel-oyun-3
4.“Kardeşler!” diyordu içimizden biri / “Dağın geyiği, dilin şiiri tanık olsun; anamızın ak sütü / Tanık olsun ki haklıyız, kazanacağız! (.....) Alev bir nidâ idik ve arkadaşlık günleriydi. / Hayatın bir hikâyesi varsa bizimki biraz da bu idi işte. (Bkz. Ahmet Telli, Nidâ, Everest Yayınları, 2019)