Daha karmaşık bir sistem, ilk başta çelişik görünecektir ama daha basit, daha yalın ilişkiler, biçimler ortaya çıkarır. Bu duruma gelişmeyle birlikte gelen billurlaşma olgusu diyebiliriz.
Bir tespit daha yapalım: Daha karmaşık bir sistem, daha dinamik, daha dallı budaklı ilişkiler ortaya çıkarır. Çelişki gibi görülebilir yine, ama, böyle bir sistem içinde tekrar da bol olur.
Demek oluyor, soyut düzeyde şu olgu ve durumlarla karşı karşıyayız:
Karmaşıklaşma, tekrar, hız ve billurlaşma.
Yazdıklarımız hem Darwin’i, hem de daha fazla olmak üzere Marks’ı hemen düşündürtecektir.
Bu gün en eğitimsiz yurttaş bile, nasıl bir dünyada, bölgede, ülkede yaşadığını hisseder, görür. Kavramak zorunlu değildir. Her şey ortadadır, karmaşa içindedir, hızla değişmekte ama en basit ve yalın haliyle doğrudan gözlem alanına da açılmıştır.
Marks, kapitalizmin sınıfsal ilişkileri basitleştirdiğini, billurlaştığını söyler. Kapitalizmin bu tarihsel katkısı o kadar devrimcidir ki, kapitalizm öncesi toplumlarda sınıf ilişkilerinin tam anlamıyla sınıf ilişkileri olmadığı bile söylenebilir.
Zaten bu nedenle, feodal toplumlarda örneğin, sınıflardan çok “zümrelerden” bahsederiz. Kapitalizm eski toplumları çözer ve kendi basit ve yalın sınıfsal ilişkilerini geliştirir.
Ancak, her yerde, aynı hız ve netlikte değil. Çünkü, kapitalizmin geliştiği mekan, tarihsel sorunlar ve dönüştürülecek ve dönüştüren sınıf ilişkileri farklıdır.
Türkiye’de, sınıfsal ilişkilerin billurlaşmasında bazı özel durumlar var ve sosyalist politika için yaşamsal önemdedir:
Bizde, proleterleşme süreci sert ve yoğun biçimde yaşanmadı. Hem devlet hem sermaye sınıfı bu sürecin tehlikeli bir yoğunluğa ulaşmasını ya engelledi, ya da, yavaşlattı.
Kırsal alanların kapitalizme açılması zayıf kalırken, kentsel alanlar yoğun ve hızlı bir sanayileşme yaşamadı. Sonuç kırsal alanların kapitalistleşmemesi, kentsel alanlarda sanayi kapitalizminin gelişmesinin ise zayıf kalması oldu.
Sonuç, kentleşmenin sanayileşmenin önüne geçmesiydi. Kentleşme, kırsal alanda yaşanan bir kapitalistleşme, sanayileşme nedeniyle “serbest” kalan nüfusun kentlere akmasından çok, daha da yoksullaşan, kamusal hizmetlerden mahrum kalan nüfusun kentlere akmasıydı.
Üstelik bu yeni nüfusun daha sonra yaşanacak yoğun sanayileşme için kullanılabilecek yedek sanayi ordusu olduğu da söylenemezdi.
Çünkü kırda serbest kalıp kente gelenlerin çoğu zaten ne işçi olmak için gelmişti, ne de zaten onları kentte proleter haline getirecek sanayi kapitalizmi söz konusuydu.
Kentte ya da kırsal alanlarda proleterleşme sürecinin zayıflığı, cılızlığı, sosyalizmden çok, ona yakın halkçı ideolojinin gelişmesine neden oldu. İlk Türkiye İşçi Partisi’ni parçalayan dinamik buydu. Radikal, sosyalizan, hakçı bir hareket.
Zaten militan sosyalist gençliğin kurduğu partilerin isimleri de hareketin “ideolojik” ve “sınıfsal” niteliğini yansıtmaktadır: Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi başta olmak üzere. Halkın kurtuluşu ve milli demokratik devrim.
Demek oluyor, o dönemler, yukarıda bahsettiğimiz sınıfsal billurlaşma, yalınlaşma, oldukça zayıf ve cılız. Sınıflar “halkın” içinden henüz tam anlamıyla çıkamamış. “Toplumsal kurtuluş” da henüz “halkın kurtuluşu” aşamasında.
Yazımızın başına ve bu güne dönelim:
Karmaşıklaşma, tekrar, hız ve billurlaşma.
Bizde karmaşıklaşma, tekrar ve hız vardır. Ancak, geçmişte olduğu gibi bu gün de, billurlaşma sürecinde dikkat çekici bir zayıflık söz konusudur. Öyle ki, sınıflar hala halkın içinden çıkamıyor.
Proleterleşme süreci yine genel bir “emekçileşme”, “yoksullaşma” süreci biçimlerinde gelişiyor. Bu çatışmanın adı, zengin-yoksul çatışmasıdır. Politik düzeyde ise, bu temel çatışma yöneticilerle halk arasında, keskinlikten, sınıfsallıktan uzak biçimlerde kendini ortaya koyuyor.
Bu çatışmanın bir diğer biçimi de halkın savunucusu sol-demokrat “aydın” kesimle, “cahil” halkı arkasına alan sağ-yönetici sınıf arasında yaşanan çatışmadır. Politik düzeyde yaşanan çatışma en geniş anlamıyla demokrasi ve otoriterlik arasında gerçekleşir.
Bazı okuyucular şunu soracaktır: Yoğun proleterleşme, sanayileşme Türkiye’de olmadı denebilir, ama, Türkiye yine de kapitalist değil mi? Evet, ama kapitalizmi kapitalizmi yapan, onu hakim “tarz” (mode of production) haline yükselten “sanayi kapitalizmidir”.
Bu sanayi kapitalizmi eski ekonomiyi, sektörleri dönüştürürken “mülksüzleştirir” ve modern “proletaryayı” sınıf olarak üretir. Aynı zamanda kendine özgü “artı değer”, “ücret”, “kar”, “faiz”, “rant” kategorilerini geliştirir.
Billurlaşma olmazsa örneğin şunlar olur: Sanayi kapitalisti karının önemli kısmını faizden, ranttan elde eder. Öte taraftan, ücretle çalışan emekçinin gerçek ücreti de, bordrosunda yazandan farklıdır.
**
Cumhuriyet Devrimi, tebadan halk yaratmaya çalıştı. Büyük ölçüde başarılı da oldu.
Sosyalizm mücadelesi bu halktan sınıfa geçmeliydi. Sınıf öncülüğünde, sınıfın partisiyle, “halkın kurtuluşu” amaçlandı. Oradan da “sınıfın kurtuluşuna” geçileceği öngörülüyordu. Tarihsel maddi koşullar düşünüldüğünde bir ölçüde anlaşılabilir. Proleterleşme süreci henüz zayıftı.
Türkiye hala köylüydü, Doğu’da feodalizm vardı. Sınıfsal ilişkiler ileri derecede gelişmemiş, billurlaşma “aşamasına” gelmemişti.
Doğru.
Doğru da, bu tarihsel, yapısal durumun yanında bir de “öznel” süreç söz konusu. Türkiye’de yaşanan ve yaşanmakta olan süreç genel ve yaygın olarak proleterleşmeden çok, emekçileşme sürecidir.
Burada birbirinin aynısı olduğu düşünülen kavramlara dikkat edilmelidir. Proleter mülksüz sanayi işçisidir. Emekçiler ise, emeğiyle yaşamak zorunda olan tüm toplum kesimlerini oluşturur. Sadece ücretlileri değil, küçük sermayesi ya da mülkü olan küçük burjuvaziyi de.
İşte tam burada şu çözümü yakalar gibiyiz. Türkiye halk aşamasından çıkıp billur bir sınıf aşamasına geçememiştir. Sosyalizm öncesinde geçme olanağı da yok gibidir. Ancak, en azından, “emekçi” bir toplum aşamasındadır.
“Proleter”, “işçi” ve “emekçi”, birbirine yakın ama farklı kavramlardır ve farklı sınıfsallıklara ve farklı sınıf politikalarına işarete ederler.
Halk politikasından sınıf politikasına geçeceksek, tek seçenek, “ideolojik” olarak sınıf öncüsü bir parti aracılığıyla “halktan sınıfsal güçler çıkarmaktır". Bu parti bir bütün olarak halka değil, halkın sınıfsal yönüne, içindeki sınıfsal potansiyele odaklanırsa, onun içinden sınıfı da kurtarabilir.
Ancak bizim halktan kurtarabileceğimiz sınıf, ne yukarıda kısmen belirttiğimiz nedenlerle “proletarya”, ne de “işçi” sınıfıdır. Ama, genel olarak “emekçi” sınıfıdır. Sanıyoruz, “halktan” hem daha geniş, kapsayıcı hem de sosyalist politika için daha belirgin bir “kategori”.
Bazı okuyuculara tuhaf gelebilir ama, sosyalizm bir kuram, bir ideoloji ve “tarihsel” bir hareket olarak, halkı değil, işçi sınıfını kurtarmak ister. Elbette, bunu doğrudan yapamaz, sınıfın arkasına diğer halk kesimlerini de almak ve kendini “ulusal düzeyde” bir güç haline getirmek zorundadır.
Ancak, şu anda ve yukarıda belirttiğimiz kısıtlılıklar nedeniyle, sadece “ideolojik olarak” öncü olan ve bu nedenle de “kuramsal” olan sınıf partisinin bırakalım işçi sınıfına, halka öncülük yapma gücü de pek yoktur.
Tek seçenek kalıyor, “proletarya”, “işçi”, “halk” gibi kategorilerin önüne ve üstüne, “emekçi” kategorisini koymaktır.
Sosyalist politikanın hareket alanı, ittifak alanı, örgütlenme alanı, seslenme alanı, haliyle etkileme ve etkilenme alanı hem netleşecek hem de genişleyip derinleşecektir.
Yoksa, sınıf halktan kurtulamayacağı için, kendini de kurtaramayacaktır.
***
Halkın kurtuluşu mu?
Kastedilen sadece "yabancı boyunduruktan" kurtulmaksa, evet, anlamlıdır ve sosyalist mücadeleye olası destek anlamına gelir.
Ama biz sınıftan ve sosyalizmden bahsediyoruz. Halkı da sadece sınıfla ilişkisi kapsamında düşünüyoruz.
Karmaşıklaşan toplum sınıfsal anlamda ne kadar billurlaşabiliyor, bir de buna bakıyoruz.