Kimi kitap yazılarımın uzun olduğunun farkındayım, zaten editörüm de bu konuda uyarıyor beni. Ama ele aldığım kitap sayısı arttıkça doğal olarak yazılarım da uzuyor. Aslına bakarsanız biraz da fen bilimlerinden gelmenin etkisiyle kısa konuşma ve yazma yanlısıyım. Şöyle bir notlarıma baktım, şimdiye dek 300’ün üzerinde sunum yapmışım. Elbette buna dersler dahil değil. Sanırım hemen tümünü bana ayrılan sürenin altında bitirmişimdir. İtiraf etmeliyim ki bunun tek nedeni fen bilimlerindeki doğrudan sonuca ulaşma mantığı değil, diğer bir nedeni de benim on beş dakikanın üzerinde hiçbir konuşmayı dinleyememem. Bu iş öğrenciliğimden beri böyle: “Şu dersi kesinlikle dinlemelisin, hoca çok güzel anlatıyor.” dedikleri derslere de girdim, hoca gerçekten güzel anlatıyordu, zaten benim onayıma da gerek yoktu, kendisini yıllar içinde kanıtlamıştı ama hiç fark etmez; on beş dakika sonra gözkapaklarım ağırlaşır ve uyumaya başlardım. Sonrasında da hep böyle oldu, her konuşmada uyumaya devam ettim, kimi zaman horladığım için uyarıldım bile. Elbette zaman içerisinde horlamadan ve gözlerimi kapatmadan hatta dikkatle dinliyormuş görüntüsüne bürünerek uyumayı öğrendim. Daha sonra kendimi de aştım, bir toplantıda moderatörken uyumayı becerdim ve neyse ki kimse durumu anlayamadı. Şaka değil, gerçekten böyle oldu. Bundan sonra hedefim, bir kez de konuşma yaparken uyuyabilmek ama nasıl olur bilemiyorum. Demek istediğim, uzun konuşmaların sıkıcılığını bilirim.
İşte bu nedenle sempozyum kitapları benim için çok önemli, uyurken kaçırdıklarımı sonra okumak için. Ancak bu tip sempozyum kitaplarını hazırlamak dışarıdan görüldüğü kadar kolay değil, editörlere çok iş düşüyor. Yani “Sunum metinlerini alıp arka arkaya koyalım.” basitliğinde değil editör olmak. Eğer konuşmacılardan yazılı metin istenirse bunların yapılan konuşmalarla uyumlu olması gerekiyor. Söylemek istediğim; kimi konuşmalarda özelikle vurgu yapılan nokta, metin haline getirilirken değişmiş olabiliyor, buna birçok kez tanık oldum.
Diğer yandan, konuşma kayıtlarının çözümlenip basılması da anlamlı olmuyor çünkü konuşmanın ses tonu veya vurgu değişiklikleri gibi diğer unsurları basılı metinde yok oluyor ve hatta bazen iyice anlaşılmaz hale gelebiliyor. Örneğin, konuşmacının eliyle yukarıyı işaret edip “Bu yönde hareket eder.” demesi, basılı metinde tümüyle garip bir hal alabiliyor. Bu özellikle soru-yanıt bölümlerinde belirginleşir. Ve elbette tekrarlar; aynı sözü her bildiride yeniden okumak, işin keyfini kaçırabiliyor. Bana kalırsa kitabın editörü kim olacaksa daha en başından, toplantının düzenleme aşamasından başlayarak bu saydığım noktalara dikkat etmeli.
Elbette “çok teknik” sempozyum kitaplarını okumak meslek dışından olanlar için gerçekten olanaksızdır ve hiç okumaya yeltenmemek gerekir. Toplantının halka açık olup olmadığına bakmak belki bir ölçüt olabilir kitabı okumaya başlamak için.
Yukarıda sorunlu bulduğum noktaları sıraladım ama yeni okumalar için iyi bir başlangıç oldu şimdiye dek sempozyum kitapları benim için ve okumaya devam ediyorum.
İzmir Akdeniz Akademisi 2019 yılında düzenlediği Akdeniz’de “Egzotik” Ürünler başlıklı toplantı serisini Aralık 2020’de kitaplaştırdı. Ünlü tarihçi Fernand Braudel’in “Eğer Herodot günümüzde yaşasaydı Akdeniz’de yabancılık çekerdi.” sözleriyle başlayan ön sözde; domates, patates, biber, fasulye, mısır, pirinç, üzüm gibi sebze ve meyveleri görünce şaşıracağı anlatılıyor. Gerçekten de bu ürünlerin 17. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya geldiğini öğrenince insan “Daha önce bu coğrafyada ne yeniyordu?” diye sormaktan kendini alamıyor. Salçasız bir yemek veya isotsuz bir Urfa düşünmek güç ama durum bu; hepsi Amerika’nın keşfinden sonra Avrupa’ya taşınmış. Patatesin Osmanlıya gelmesi ise 19. yüzyıl sonlarını bulmuş. Ulusal yemek sayılan kuru fasulyeyle bile yaklaşık aynı zamanda tanışmışız.
Avrupa’da bu sebzelerin bir kısmı önce sadece afrodizyak olarak ilgi görmüş. Örneğin, domates veya fasulye. Öyle ki bu etkisi nedeniyle fasulye çorbası kimi manastırlarda yasaklanmış bile.
Bazı ürünler Avrupa’da ilgi görmeyip önce Anadolu’da benimsenmiş, buradan Avrupa’ya yayılmış. Örneğin, mısır zaten bu yüzden Türk Buğdayı olarak bilinmiş. Hindi de aynı yolu izlemiş ve bu yüzden adı Turkey olmuş. Enginarın yolculuğu daha ilginç: Ortadoğu’da devedikeninden üretilen kenger olarak mutfağa girmiş Anadolu’da ve buradan Avrupa’ya gitmiş. Sonra olasılıkla İtalyan çiftçileri kengerden enginarı geliştirmişler ve tekrar yeni haliyle Anadolu’ya geri dönmüş.
Bence ilginç bir kitap, bildirilerde kaynak olarak kullanılan kitap ve makalelere de dikkat, ben bazılarını okuma listeme ekledim bile.
İzmir Akdeniz Akademisinin bir diğer kitabı; Uluslararası Yerel Yönetimler, Demokrasi ve İzmir Sempozyumu. Sempozyum 2018’de, İzmir Belediyesinin 150. yılında yapılmış. Başlangıçta belediyeler farklı elbette, bir kere seçim yok; valinin atadığı bir başkan ve meclisten oluşuyormuş. İlk seçilen başkanlardan Yenişehirlizade Emin Bey’i yolsuzluk yaptığı için Vali Abdurrahman Paşa görevden almış. Hatta bununla da yetinmeyip tüm meclisi de azlettiği gibi yeniden seçilmemeleri için de uğraşmış. Başarılı da olmuş, eski meclisten sadece iki üye yeniden seçilse de bunlar da istifa etmişler. Vali durmamış, belediye çalışanlarının yüzde yetmişini de işten çıkartmış. Sanırım tarihin gördüğü en büyük belediye tasfiyelerinden birini yaşamış İzmir.
Kitapta toplam 28 bildiri metni yer alıyor ve sorun neredeyse tüm yönleriyle ele alınmış. Bu arada konu belediye sosyalizmine de geliyor. Bu kavram yaklaşık 150 yıl önce, İzmir Belediyesinin kuruluş tarihlerinde İngiltere’de, Birmingham’da sanayileşmenin yarattığı kötü yaşam koşullarına bir yanıt olarak ortaya çıkıyor; su, elektrik, beslenme, sağlık, konut, hijyen gibi devasa kent sorunlarına bir çözüm bulmak için. Elbette bu sosyalizm değil, hatta olasılıkla hoşnutsuzluğu yatıştırmak için ortaya atılan bir formül ama olsun, insanlığın her iyi şeye sosyalizm demesi oldukça anlamlı bence.
Bildirilerin kaynaklarında veya akademinin sitesine baktığınızda İzmir Belediyesi ve akademinin ciddi bir belediyecilik külliyatı oluşturduğunu göreceksiniz. Bunların sanırım önemli kısmını okudum ama bana sorarsanız belediyelerdeki esas sorun katılımcılık. İnsanların yaşadıkları kentle ilgili alınacak kararlara katılabilmesi, yapılanlardan haberdar olması ve taleplerini iletebilmesi gerekiyor. Adına ne derseniz deyin: mahalle, sokak… Meclisleri olamadıkça bence her girişim yarım kalacaktır. Üstelik önümüzde Fatsa, Dikili, Ovacık ve şimdilerde Tunceli deneyimi varken.
Eğitim Sen Malatya Şubesi 2014 yılında “Kapitalizm ve Paternalizm Kıskacında Çocuk” konulu uluslararası bir sempozyum düzenlemişti. 2016 yılında basılan kitaptaki 42 bildiride çocuk konusu ekonomik, sosyal, adli boyutlarda ele alınıyor. O yıllarda dünyada 215 milyon çocuk olduğu göz önüne alınırsa konunun önemi ve aciliyeti kendiliğinden ortaya çıkar sanırım. Burada da kaynaklar yeni okumalara fırsat tanır nitelikte ama son bildirinin “çocuk araştırmaları üzerine bibliyografya denemesi” olması işleri daha da kolaylaştırıyor.
Kitapta en çok dikkatimi çeken dönemin Malatya Cumhuriyet Savcısı Kurtuluş Tayanç Çalışır oldu. Kendisini tanımıyorum ama şöyle söylüyor Çalışır: Çöp konteynırından yiyecek arayan aç bir çocuğun fırından bir ekmek ya da simidi izinsiz alması (dikkat ederseniz özellikle hırsızlık yapması veya çalması demiyorum) çocuk için mi suçtur yoksa buna neden olan bozuk düzen mi?” veya “Kapitalizmin çocuk ve suçlar konusunda yaptığı en iyi şey istatistik tutmaktır”. Konuşmasında bolca Marks’tan alıntılar olması veya hadi bunlar bir yana böyle bir toplantıda konuşmacı olması bile Türkiye için alışılmadık bir durum. Aslında olması gereken ama alışılmadık bir durum. İzmir’de Yargıç Ayşe Sarısu Pehlivan’ın ölüm orucundaki Grup Yorum üyesi için “Türküler kimseye zarar vermez, İbrahim Gökçek yaşamalıdır.” dediği için aylardır açıkta olduğunu düşünün, ne dediğim daha iyi anlaşılır.
Son olarak şunu söylemek zorunda hissediyorum kendimi: Bahsettiğim üç toplantıya da katılmadım hatta düzenlendiklerini bile duymamıştım. Demek istediğim, yazının başında anlattığım gibi bu toplantılara katılıp uyumadım. İlgi çekici bulduğum için doğrudan kitapları aldım.
KÜNYELER:
-Akdeniz’de Egzotik Ürünler. İzmir Akdeniz Akademisi Yay., 2020.
-Uluslararası Yerel Yönetimler Demokrasi ve İzmir Sempozyumu. İzmir Akdeniz Akademisi Yay., 2019.
-Kapitalizm ve Paternalizm Kıskacında Çocuk. Eğitim Sen Yay., 2016.
*Bu kitapların hiç birisi satılmıyor, Akademi veya Sendikadan istenileceği gibi sitelerinde pdf şekli de bulunuyor.