Şairin Romanı

Uzunca bir süredir beklettiğim Murathan Mungan’ın Şairin Romanı’nı nihayet okuyabildim. Bir yazımda bahsetmiştim, özellikle romanları ve bunların içerisinde de hakkında çok şey yazılıp, çok konuşulanları hemen okumam, bekletirim. Burada tek amacım, ilk günlerde roman hakkında oluşan/oluşturulan yargıdan uzak durup, kendi başıma okuyabilmek. Örnekse, tüm Orhan Pamuk kitapları. Şairin Romanı’nın bendeki yazgısı da böyle oldu ama görüyorum ki biraz abartmışım, sekiz yıl geçmiş.

Bu gecikmeyi telafi edebilmek için doğrudan konuya gireyim: Hani bazı kitaplar vardır; çok yavaş okursunuz, bitmesin istersiniz. Hatta okurken kendinize başka küçük işler icat edersiniz ki, o kitapla yaşama sürenizi uzasın. Ama bu başka işler de sizi kitaptan uzak tutar diğer yandan. İşte bu acayip bir çelişkidir ve bu çelişkiyi okura yaşatan kitap, o okur için başyapıttır. Şairin Romanı benim için böyle.

Şairin Romanı. Murathan Mungan, Metis Yay. Bendeki 2011 baskısı. Yeni baskılarında etiket fiyatı 54 TL.

Kitapta Odragent denilen bir kente ulaşmaya çalışan insanlar var. Elli yıl sonra ülkesine geri dönen bir bilge şair, yıllarca evinden çıkmayan ama sonrasında ani bir kararla Odragent’e yönelen bir şiir felsefecisi, sadece şairleri öldüren bir katil, katilin izini süren ve kendisi de şiiri yakından takip eden bir polis, öğle tatillerini şiir okumaya ayıran bir işçi kadın, iyi bir şiire sahip olabilmek için insan öldürmekten çekinmeyen şiir hırsızları bunlardan bazıları. Elbette ki böyle bir ülkenin surlarında şiir bayrakları dalgalanır, insanlar beğendikleri bir şeyi şiire benzetirler ve şiir kavimleri bulunur. Öyle ki, bu kavimler içerisinde birbirine düşman olanlar, birbirlerinin kelimelerini öldürürler; birbirlerini kelimelerle öldürürler. Büyük kalabalıklar önünde şiir okumaları yapılır, tıpkı Voznesenski’nin SSCB’de yeni kitabındaki şiirlerini bir stadyumda 14 bin kişiye okuması gibi.

Murathan Mungan’ın bu topraklarda yaşayan en yetenekli yazarlardan biri olduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte nedense hep bu yeteneğini yeteri kadar kullanmadığını da düşünüyorum. Sanki biraz daha emek verse çok daha iyisini yazacakmış gibi geliyor. Evet, bu kitap 15 yılda yazılmış; daha ne yapsın diyebilirsiniz ama işin içine sanat girince emek-zaman süreci biraz farklı oluyor.  Belki de en iyisi okurda böyle bir his uyandırmak: “okuduğum çok iyi, ama daha iyisini yazabilir”.

Kitap, şiirden öte zaman, ışık ve bellek üzerine kurulmuş bence ve bu dörtlünün birlikteliğini Ortadoğu’nun büyülü gerçekçiliği diye adlandırıyorum. Tıpkı Amin Maalouf’da olduğu gibi. “İnsanoğlunun yaşamda en geç keşfettiği şey şimdiki zamandır” diyor romandaki bir kişi. Şiirle bağlantısı ise şöyle kuruluyor: Herkesin uykuda olduğu saatleri kullanır şairler. Çünkü zaman hırsızıdırlar. Başkalarının zamanlarını çalarlar. Ya da ışık için “Bendag’ın şiirlerinde ışığın geçişlerini görmek mümkündür. Doğadaki kadar apaçıktır bu. An ertelenir. Bütün şiirlerinde an ertelenir. Böylelikle zaman sonsuzlaştırılır. Bunu yapan ışığın hızıdır. Işığı evcilleştirmeden kendinin kılmayı başarır”. Bellek de önemlidir: Kitaptaki şairlerden Ümma, okuma yazma bilmediğinden, şiirlerini yakınındaki kadınlar ezberliyorlar; Ümma şiirini beğenmezse “unutun” diyor ve kadınlar hemen unutuyorlar. Tam da bu coğrafyaya özgü bir durum: yazı olmasına karşın ezberlemek ve onu sabitlemeyip belleğin değiştirmesine terk etmek. Bakın bu aklıma neyi getirdi:

“De ki, ey insanlar, biz, size başkası için çalışmayı yasakladık, haram kıldık. Bildiklerimiz ışığımız olsun! Muhakkak ki biz her şeye gücü yeten değiliz” diyen Ruhi Bey’e kalem kâğıdımız yok diyen diğer hastalara “Aklınızda tutun! Eskiler de öyle yaptı” der. Ezberleme işi Hüseyin Kıran’ın Benim Adım Meleklerin Hizasına Yazılıdır kitabında bu şekilde kendisini gösterir: “Ruhi Bey kendisini Haliç’in sularına bırakır ve gözlerini açtığında kendisini bir akıl hastanesinde bulur. Bu durumu bir fırsata çevirmeye çalışan Ruhi Bey, aklının dışında yaşadıkları ile hayal ettiği dünyasına, diğer akıl hastalarını da dâhil ederek bir kendilik yolculuğuna çıkar. Ruhi Bey akıl hastanesindeki diğer hastalara “tebliğler” halinde bir din gibi fikirlerini yaymak ister. Çünkü mevcut “uygarlık” onun fikirlerine uygun değildir. Bu nedenle kendi uygarlığını yaratmak zorundadır”. 1 Bir tür başkaldırıdır Ruhi Bey’in tavrı; kader kaçınılmaz değildir, değişim olanaklıdır. Zaten tebliğlerini yazdırmayıp, ezberleterek onların da değişimine yol vermiştir aslında. Birileri sadece kendilerinin bozabileceği kurallar koyarken, herkesin bir hizada durarak, çarkın dönmesine hizmet etmesini istemektedir.2

Benim Adım Meleklerin Hizasına Yazılıdır. Hüseyin Kıran, Sel Yay., 2017. Etiket fiyatı 12 TL.

Neyse, tekrar Şairin Romanı’na dönecek olursak, Mungan, bir röportajında, “Roman okura adını koyamadığı duygulara ad koyma imkânı tanımalı, yeni duygular keşfetmesini sağlamalı” diyor ve devam ediyor: “Edebiyatın da sanatın da temel özelliklerinden biri bu. Okurun içini zenginleştirmek, inceltmek ve ona yeni şeyler hissetme imkânı açmak. Bütün iyi sanat eserleri bunu yapmalı”. 3 Bence Şairin Romanı bunu fazlasıyla yapıyor; evlerin yalnızlığı insanlarındakinden daha fazla hüzün verir; boş bir evin insanlar gibi geçmişini inkâr ederek yaşamasının imkânı yoktur çünkü, gibi.

Murathan Mungan yukarıda değindiğim röportajında3, “bu kitap için bir 100 sayfa sabretsinler” (bu arada, kitap 582 sayfa) diyor ama bana kalırsa kitap ilk sayfasından itibaren okuru içine çekiyor. Evet, sonrasında polisiye dozu artıyor (kitapta sadece şairleri öldüren bir katilin olduğunu söylemiştim) ama ilk 100 sayfa da çok sürükleyici ve bence bu işin sadece merak duygusuyla ilgisi yok. Aksi takdirde polisiyeler en sürükleyici kitaplar olurdu.

Henrik Brun Danimarkalı Yem isimli polisiye romanında öldürülen bir arkadaşının katillerini arayan bir gazeteciyi anlatıyor. “Best seller” tekniğiyle yazılmış, kısa cümleli, sürekli aksiyonu olan bir kitap ama bende Mungan kadar merak hissi uyandırmadı. Üstelik savaş sonrası Balkanlarda geçen, kadın ticaretiyle ilişkili bir polisiye, yani yakın siyasi tarih içerisinde iyi bir malzemesi var. Buna karşın ne göçmenlik, ne insan ticareti, ne de kadın sorunu anlatılabilmiş. Ayrıca, Çehov’un “ilk perdede bir silah varsa, oyun sonuna dek muhakkak patlamalı” ilkesi sanırım bunlar için geçerli değil çünkü kitapta estetiğe veya içeriğe katkısı olmayan bir sürü gereksiz ayrıntı var. Polisiye roman okuyup da sonunu merak etmemek çok kötü. Sanırım estetik olmadan, polisiye de olmuyor. Herhangi bir romanda anlatılanların çoğunun yazarın kişiliğindeki çözülmemiş bir çatışmadan kaynaklandığı söylenir. Brun’un ki ne ola ki?   

Danimarkalı Yem. Henrik Brun, Labirent Yay. Çev: Sadi Tekelioğlu, 2014. Etiket fiyatı 32 TL.

Şairin Romanı’nın en sevmediğim yanı göndermelerin fazlalığı oldu. Kendisinin de belirttiği Italo Calvino, Akiro Kurosava, Orson Welles…sürüp gidiyor. Sanki yazar başlangıçta bir alt düzeyi kabul ediyor gibi. Özelikle konformizmin kötü bir alışkanlık olduğunu gösteren kişileri anlattığı kitabında. Aslında aynı sorun Benim Adım Meleklerin Hizasına Yazılıdır’da da var; Edip Cansever ve bence Milos Forman göndermelerini sevmedim. Belki de diyorum, acaba yazarlar bir şey göndermiyor da ben mi alıyorum?  Diyorum ki, okur kendisini bulduğu romanları daha çok sever. Şairin Romanı’nda yetenekli yazarlar var, yetenekli olduğunu düşünenler var, sadece okuyanlar var, eleştirenler var, bu işin henüz çırağı olduğunu düşünenler var, sadece arşivleyenler var…Yani her okur kendisine uygun bir kişi bulabilir romanda. Siz de benim kadar geciktiyseniz, iyi okumalar.

https://www.edebiyathaber.net/akil-disi-ruhi-beyin-anormal-hik%C8%83yesi-emek-erez/

https://ilerihaber.org/icerik/benim-adim-ruhi-benim-adim-meleklerin-hizasina-yazilidir-79777.html

http://www.radikal.com.tr/kitap/arenayla-opera-arasinda-bir-hayat-benimkisi-1045625/