80’lerin ortası, 90’ların başında “Yaşasın kötülük” diye bir laf tedavüle girmişti. Tahammül ötesi bir sırıtış eşliğinde, tuhaf bir Nuri Alço tonlamasıyla, son hece uzatılarak söylenirdi.
“Yaşasın kötülüüüükkk!”
12 Eylül darbesi, üzerine Duvar’ın yıkılışı ve Sovyetler’in çöküşüyle dağılan umutların ifadesi gibiydi. Yenilgi dönemlerine özgü sinik, fırsatçı, ahlakla ve mücadeleyle bağını koparmaya bahane arayan bir karakterin, bireyci bir insan tipinin habercisiydi aynı zamanda.
12 Eylül’ün gevrek sesli meymenetsiz darbecilerinin sola karşı siyasi İslam bariyerini yürürlüğe sokup, Turgut Özal benzeri serbest piyasacı, zenginsever ekonomi bürokratlarını işe koştuğu neoliberal süreç, 2002’de AKP’nin iktidarıyla sonuçlandı. On sekiz yılda memleketin geldiği nokta, yalan, yağma ve baskı üzerine bina edilen, pervasız ve fütursuz bir mafya iktidarı.
Bugün dilimizde yine o kelime var. “Organize kötülük” diyoruz. “O kadarını da yapamazlar dediğimizde daha kötüsünü yapıyorlar” diyoruz. “Hayat boyu bir şiir okumamış, bir çiçek koklamamış, bir hayvan sevmemiş kadar kötüsünüz” diyoruz.
Bu yakınmaların naif, makul ve haklı nedenleri var elbet. İktidarın yapıp ettiklerinin “aleni kötülüğü” karşısında hâlâ şaşırabilmekte, insan kalmaya dair anlaşılabilir bir ısrar, bir tür akıl sağlığını koruma gayreti var.
Fakat “kötülük” kavramına fazla yaslanmanın, moda tabirle, “büyük resmi” görmek hususunda körleştirici, miyoplaştırıcı bir tarafı da var. Sanki mevcut vahim vaziyetin müsebbibi olan iktidar sahipleri işinin ehli psikiyatristlere teslim edilse, o psikiyatristler onları kanepeye yatırıp çocukluklarına inse, şiddet uygulayan babalarla, aşırı korumacı annelerle, ulaşılamamış hazlarla yüzleşseler, iyileşecekler. Şu acayip altın varak saplantısının, doğa, hayvan, emek, çocuk, kadın düşmanlığının, paraya ve güce yönelik doyumsuzluğun sebepleri ortaya çıkacak. Sadece iyileşmeyecekler, iyi insanlar da olacaklar ve sorun çözülecek.
Halbuki hayatlarımızı tıkmak istedikleri zindanın, telkin edilen o üç çocuğa annelik, işçilik ve askerlik dışında yaşama şansı bırakmamaya ahdetmiş bu düzenin, “iyilik ve kötülük” kavramlarının ötesinde, iktisadi ve siyasi gerekçeleri var.
Evet, “organize”ler, hem de toplarıyla tüfekleriyle, tepeden tırnağa organizeler, çünkü sermayenin tahakkümünü, kapitalizmin vahşi hükmünü ancak böyle sürdürebilirler.
Evet, “o kadarını da yaparlar, yapıyorlar”, çünkü milyonlarca insanı başka türlü kölelik koşullarında çalıştırabilmeleri, pandeminin insafına bırakıp ölüme terk edebilmeleri zordur.
Evet, şiir, çiçek, kedi, köpek, tabiat, tarih, sanat falan umurlarında değildir, çünkü para getirmez, rant sağlamaz, kârlı değildir.
Filmlerden, dizilerden biliriz, kötü karakterlerde şeytan tüyü vardır genellikle. Garip bir cazibeleri, hikâyeyi takip ve merak etmeyi kolaylaştırıcı bir işlevleri vardır. Onların alacalı kişiliğinde itiraz edemediklerimizi, açıkça söyleyemediklerimizi, vuramadığımız tokatları, koyamadığımız postaları, atamadığımız çığlıkları buluruz bir yanıyla. Nefret ederken kapılırız. Onlarla karşılıklı otursak iki lafın belini kırar, zevkle muhabbet de ederiz belki. Kötü olduklarını biliriz, çekiniriz, tedirgin oluruz, ama alaycı, şakacı, zeki de buluruz.
Memleketi talan eden, hayatlarımızı karartan, kelimenin gerçek anlamıyla canımıza okuyan bu çete iktidarı “kötü” değil. Onlar işçilere, emekçilere, yoksullara düşman bir sınıfın gözü kara savunucuları, bizzat o sınıfın mensupları. Kötülüğün çok ötesindeler, çünkü gayet bilinçliler, kararlılar, ne yaptıklarının farkındalar. Karşılarına en az onlar kadar bilinçli, kararlı, örgütlü bir güç çıkmadan da durmayacaklar, durdurulamayacaklar.
Belgesel tavsiyesi:
Mücadele: Szukalski’nin Hayatı ve Kayıp Sanatı (Irek Dobrowolski)