1999’da, işsizlikten İstanbul’a göçene kadar İzmir’in Bornova ilçesinde yaşadım. 27 yaşına dek hayatımı geçirdiğim bu şehir yeşilliğiyle, temiz havasıyla, sakinliğiyle bilinirdi. O yüzden İzmir’in güzide semtlerinde yaşayan zengin Levantenlerin köşkler, konaklar yaptırdığı, yaz mevsiminde deniz kenarlarına tercih ettiği bir yerdi. İzmir’i terk etmeden önce Bornova nüfusunun yarısını oluşturan Rumlardan kalma evler de vardı. Yeniyetmeliğimde o şahane sivil mimari dokusunun şehrin bazı bölgelerinde hâlâ durduğunu hatırlarım. Şimdi yerlerinde yeller esiyor. Bornova’nın dar ara sokakları bile, artık sevimsiz, suratsız apartmanlarla dolu. Şehir merkezinin etrafı ise art arda inşa edilen toplu konutlarla, tam manasıyla bir beton çölü.
Bu apartmanlaşma furyası bizim aileye de uğradı. Babamın, adını taşıdığı dedesi Hasan, 1923’teki ahali mübadelesinde Kavala’dan göç etmiş. Tütüncülükle uğraşırlarmış. Bir müddet İstanbul’da, Balıkesir’de tutunmaya çalışmışlar, olmamış. Bornova yakınlarındaki Kemalpaşa’da tütün tarlaları olduğunu öğrenince oraya yönelmişler. Kavala’daki mütevazı mülklerini temsil eden tasfiye talepnamesini gösterip Bornova’nın merkezinde, bir Rum esnaftan kalma evi almışlar.
İki katlı, bahçeli bir evdi. Bahçede siyah beyaz gaga taşlarıyla yapılmış büyük bir kuş mozaiği ve kurumuş bir havuz vardı. Duvarları neredeyse bir metre kalınlığındaydı. O yüzden kışları sıcak, yazları serin olurdu. 12-13 yaşıma kadar o evde yaşadım. Duvardaki pencere açıklığında oturup sokaktan gelen geçeni izlerdim. 12 Eylül darbesinin sabahında uyanıp perdeyi açtığımda pencerenin önünde nöbet tutan askeri ve sokağın karşısındaki bakkalın önünde ekmek kuyruğuna girmiş mahalleliyi görmüştüm.
Günün birinde bir müteahhit çıkıp geldi. Evin yerine apartman yapmak istiyordu. Bizimkiler dar gelirli insanlardı, mimari değerleri korumak, o apartmandan paylarına düşecek daireleri reddetmek gibi bir lüksleri yoktu. Her şey bir yıl içinde olup bitti. Son zamanlarında bakımsızlıktan dökülse de pek güzel görünen o şahane Rum evi yıkıldı, arsasına beş katlı bir apartman dikildi. Babam hâlâ o apartmanda yaşıyor. 30 Ekim İzmir depremine o apartmanda yakalandı, o apartmanın kapısından sokağa fırladı. Sormadım, ama merak ediyorum, açıklık alanda sabahlarken o güzelim bahçe, o zarif ev, o evin bir metrelik sağlam duvarları geçmiş midir aklından?
Bu yazı yazılırken Bornova ve Bayraklı’da yıkılan apartmanların enkazında hâlâ yüze yakın yurttaşımızın olduğu söyleniyor. Hayatla ölüm arasında sıkışıp kalmışlardan gelecek haberleri yüreği ağzında beklerken insanın içinden tek satır daha yazmak gelmiyor.
Memleketin şehirlerini kişiliksiz, abus, berbat beton yığınlarına çeviren, vurguncu, sahtekâr müteahhitlere çalışan, deprem vergilerini iç eden, imar aflarıyla günü kurtarıp oy devşiren iktidarların yarattığı bir cehennemi yaşıyor İzmir.
Yıkılan sadece İzmir değil.
Bu ceberrut, bu faşist yalan ve talan iktidarının bütün kurumlarıyla çöküşe sürüklediği bir ülke duruyor karşımızda.
Ve önümüzde de bir tercih...
Ya yeni bir ülke, yeni bir hayat kuracağız ya da cümleten enkaz altında kalacağız.