Evet, bir kez daha, çünkü çok önemli: Roman eğitiminden geçmek!
Sanat ve edebiyat ürünlerinin yalnızca varolmaları, toplumların düşünce yaşamına katkıları bağlamında ancak yolun yarısıdır. Yolun kalan yarısı ise bu ürünlerin yeterince ve olması gerektiği gibi değerlendirilip özümsenmesiyle tamamlanabilir.
Kendi ortamlarında yaratılmış sanat ve edebiyat ürünlerinin eğitiminden geçmeyi başaramayan toplumlar için bu ürünler, yatırıma yöneltilememiş atıl birikimler kadar işlevsiz kalmaya yargılıdır.
Gerek sanatın, gerekse edebiyatın yakın ve uzak geçmişi bize, böyle bir eğitimden geçmeyi doğal sayıp başarmış toplumların dün-bugün-gelecek çizgisindeki sınavlar karşısında da çok hazırlıklı olabildiklerini, aynı tuzaklara ve bataklıklara düşmekten çoğu kez böyle bir eğitimin yardımıyla korunabildiklerini gösteriyor.
Yanlış anlaşılmasın: Burada, sanatın ve edebiyatın toplumları doğrudan yönlendiren, kısa vadede etkin olabilen bir güç taşıdığını savunmuyorum. Sanata ve edebiyata böyle bir güç kazandırmayı ne eserler, ne de o eserlerin türlü ideolojik dekorlarla kitleye sunulması başarabilmiştir. Ama şurası da kesindir ki, tarih bilinci temeline oturtulabilmiş bir toplumsal bilinç kazanabilmek açısından sözü edilen eserlerle aşılanmış olmanın payı çok büyüktür.
Şöyle soralım: Bugün Türk toplumunun siyasal kadrolar düzleminde düştüğü bataklığa bir Fransa’nın düşmesi, bugün düşmesi olası mıdır ?
Bu sorunun yanıtı, hayırdır.
Bu hayırın gerekçesini ise, Fransız toplumunun ileri bir sanayi toplumu olması kadar, dahası belki ondan da fazlası, örneğin bir Balzac’ın eğitiminden geçmeyi başarabilmiş olmasında da aramak gerekir. Balzac, onca romanına karşın kendi dönemindeki Fransız burjuvazisinin sömürü tutkusunu ve ahlâksızlığı erdem sayma eğilimini ortadan kaldıramamıştı. Ama zaman içersinde Fransız toplumunda kökleşen ve Balzac dönemindeki çürümelerin yinelenme olasılığını en alt düzeye indiren eleştirel tutumun temelinde Balzac’ın romanlarının harcını da aramak, kesinlikle bir abartma sayılmamalıdır.
Günümüzün Türk toplumu ise, kendi roman sanatının yakın geçmişteki onca değerli ürününün eğitiminden geçmeyi, yaşadığı çağdaki konumunu kavrayabilecek bir bilinç geliştirebilme bağlamında böyle bir eğitimi de gerekli saymayı başaramamış bir toplumdur. Eğer toplumumuz hemen her sarsıntıya hazırlıksız yakalanıyorsa, çok değil, daha on, on beş yıl önce gerçekleşmiş bir olayın yinelenmesi durumunda, o olayla ilk kez karşılaşmışçasına şaşırıp kalıyorsa, bu noktada belirginleşen eğitilmiş düşünce eksikliğinin kapsamına roman eğitiminin eksikliğini de dahil etmek, ancak gerçekçi bir tutum olur.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin öyküsünü kaleme alan bir tarihçi, kurumsal sorunların bireylere yansıma biçimlerini ayrıntılarıyla betimleyebilme olanağından elbet yoksundur. Ama geleneksel tarih bilgilerine örneğin Adalet Ağaoğlu’nun “Ölmeye Yatmak” romanının vereceği eğitimi de ekleyenler, çok ciddi bir geçiş dönemini bireysel yaşantıların sağladığı bakış açısından ve insan gerçeğinin türlü yansımalarıyla kavrayabilirler. Bir Yakup Kadri’nin eserlerine “biraz da edebiyat okuyalım” anlayışıyla değil, fakat gerçek edebiyat ürünlerinin - bütün sanat eserleri gibi - toplumun yansımaları olduğu bilinciyle eğilenler, içinde yaşadıkları toplumun Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden Cumhuriyet’in ilk evrelerine kadarki haritasını kurumsal ve bireysel düzlemlerde çıkartabilirler. “1945 Ruhu”nun ardından Türk demokrasisinin neden bunalıma girdiğini merak edenler, Attila İlhan’ın “Kurtlar Sofrası”nda aradıkları yanıtları, hiçbir resmi tarihin veremeyeceği canlılık ve kalıcılıkla bulabilirler. Daha yeni zamanlar için geçerli olmak üzere, bu toplumun insan gerçekleri doğrultusunda bir estetik sorgulama merakına kapılanlar, Selim İleri’nin “Yaşarken ve Ölürken” romanında aradıkları olası çözümlerin izdüşümlerine rastlayabilirler. Ya da toplumumuzda ‘aydın’ sorununu gerçekten merak edenler, Oğuz Atay’ın romanlarında kafalarında bu bağlamda beliren soruların çoğunu yanıtlayabilirler.
Yukarıdakiler, verilebilecek sayısız örnekler arasından yalnızca birkaçıdır. Ayrıca şu unutulmamalıdır ki, romandan bu yolla sağlanacak eğitim, öncelikle kendi romanımız aracılığıyla gerçekleşebilir. Türk toplumunun çalkantılarını yalnızca Balzac’da ya da Dostoyevski’de bulmaya kalkışmak ya da kendi yabancılaşma sorunlarımızın çözümlerini yalnızca Camus’de aramak, kendimize yabancılaşmanın en hazin örneği olur.
Çağımızda sözü çok edilen “bilgi toplumu” kavramı, sadece geleneksel eğitim biçimlerinden sağlanacak bilgilerle sınırlı bir kavram değildir. Ancak gerek birey, gerekse toplum yaşamından kaynaklanan bütün yansımalara, bu arada öncelikle edebiyata ve sanata aynı zamanda birer bilgi kaynağı ve eğitim yolu olarak bakabilen toplumlardır ki, “bilgi toplumu” olma yolunda ilerlediklerini haklı olarak söyleyebilirler...