Türkiye politika tarihi birbirine yakın, geçişli iki rejim tipini hep göstermiştir. Demokrasi ve otoriterlik arasında salınan bir politik kültürümüz var. Demokrasi hem benimsenen hem korkulan bir rejimdir. Çünkü, demokrasinin çerçevesine sığmayan, hatta onu ileriye ya da geriye doğru değiştirmek isteyen kesimler bulunur. Bu iki seçenekle karşı karşıya kalanların da statüko için demokrasi dışına çıkma eğilimleri de zorunlu olarak gelişir.
Öyleyse, üç kesim bulunmaktadır: Demokrasiyi;
- geriye doğru değiştirmek isteyenler; sadece demokratik hakları azaltıp kullanılamaz hale getirmektir.
- ileriye doğru değiştirmek isteyenler; demokratik hakları arttırıp kullanılabilir hale getirmektir.
-“ortada” bırakıp olduğu gibi ya da küçük değişikliklerle devam ettirmek isteyenler; sadece baskıyla karşılaştığında zoraki düzenlemeler yapmak ya da olanaklıysa mevcut haklara ilave yapmamak anlamındadır.
Vektörlerimiz, en basit ve saf haliyle bunlardır. Her okuyucu Türkiye’de kimler nerede sorusuna kendi yanıtını verebilir. Bu vektörler, solu da sağı da ortadan keser. Esas olan, Türkiye’nin demokrasi ve otoriterlik arasında salınması gerçeğini görmektir. Elbette bu salınım içinde, askerler sık sık “katalizör” işlevi yüklendiler. Bir de, Ülkücüler ve İslamcılar, tam birer “alet” gibi kullanıldılar. Hatta, 1977 ile 1980 arası, popüler faşizm girişimleri dahi olmuştur. Ancak, askerler, yüksek toplumsal maliyet yerine, “işi” kendileri yüklenmek zorunda kaldılar ve 1980 ile başlayan bir dönem içinde, askeri diktatörlükle gerekeni yaptılar.
Ancak, bizim bu yazıda esas derdimiz, bu demokrasi ve otoriterlik arasında salınan rejimin yavaş yavaş başka bir hale bürünüp bürünmediği, ya da, tümüyle başka bir biçime dönüşüp dönüşmeyeceği sorunudur.
Önemi bir sosyalist kesim açıkça mevcut rejimi “faşist”, “faşizan”, “İslami-faşizan” kavramlarıyla tanımlamaktadır. Faşist ya da faşizan, içinde İslamcılık olan bir tür faşizm örneği...Ya da yeni bir faşizm türü...
Politika kuramında tanımlanması oldukça zor olan kavramlardan olan “faşizm”, aslında devlet-millet bütünleşmesi ile devletin özel yaşamı da denetler hale gelmesi olarak tanımlanabilir. Hem liberalizme hem de komünizme karşıdır. Liberallerin kullandığı deyimle, “totaliter” bir rejimdir. Sanıldığının aksine, ille de “ırkçı” olmak zorunda değildir. Faşizmin saydığımızı bu özellikleri dışında, yerel özellikler ve tarihsel politika kültürü devreye girer.
Şimdi Türkiye’ye dönelim:
Türkiye hiç bir zaman, zorla da olsa, tüm devlet ve millet propagandasına rağmen, “devlet-millet” bütünleşmesi “faşizm” kapsamında gerçekleşemez. Büyük engel, Kürt nüfusunun büyüklüğüdür. Bu sorunu Türkiye ancak “Kürt-İslam sentezi” kapsamında, 1980'lerin sonundan itibaren çözmeye çalışmıştır, ama, pek de başarılı olamamıştır. Nedeni “İslamcı”olmayan, üstelik sola meyleden geniş Kürt nüfusudur.
Türkiye elbette komünizme hep karşı olmuştur. Liberalizme açıkça karşı olmamakla birlikte, liberal de olamamıştır. Ancak, liberalizmi benimsememiş, yaşayamamış Türkiye, “neo-liberal” piyasacılıkta oldukça yol alabilmiştir..
Demek oluyor, Türkiye’de olası faşizm olsa olsa sadece komünizme, sert ve militan, örgütlü işçi sınıfı radikalizmine ve İslamcı olmayan “kısmen” bölücü Kürt hareketlerine karşı gelişebilir. Burada, Sünni İslamcılığın karşısında duran “Alevilik” de eklenmelidir. Türkiye’de olası faşizm, hedef olarak kendine bu dini-mezhebi de alır. Bu oluşum, zaten devlet-millet bütünleşmesinin önündeki engellerden de biridir. Aleviler pek çok nedenle, hem Türk milliyetçiliğine hem de Sünni İslamcılığa hep karşıdır.
Faşizmin diğer zorunlu özelliğine, “totaliter” yanına, özellikle özel yaşam-kamusal yaşam ayrımına yaptığı saldırıya gelelim. Faşizm için tren burada çoktan kaçmıştır. Ne yapılabilir, sadece, Türkiye’de olduğu gibi, kadınların “bedenine” yönelik saldırılarda bulunmak, tedbirler almaktır. Bir de, eğitime yapılan müdahalelerle, çocukları yarı laik, yarı dinsel bir ikilemin içine sokmaktır. Yoksa, özel yaşamın denetim altına alınması, alkollü içeceklerin kullanımıyla ilgili tedbirlerin ötesine pek fazla geçemez. Bu tedbir bile, İslamcılığın sadece kamusal düzenlemelerle yetinmek zorunda olduğunu gösterir.
Tüm bunlar “faşizm” değil mi peki, diye sorulacaktır. Gördüğümüz, büyük olasılıkla daha fazla görme talihsizliğini de yaşayacağımız durum şudur:
Başarısız kapitalist bir ekonomi ve eğitimsiz, yeteneksiz ve İslamcı politik-bürokratik kadrolarca yönetilen bir devletle karşı karşıyayız. Verimsiz bir piyasa ekonomisi ve yeteneksiz, İslamcı bir yönetici sınıf. Böyle bir ekonomiden, demokratik, liyakate dayanan, hukuka bağlı bir yönetim çıkmaz, çıkamaz. Demek sorun, Türkiye'nin “politik ekonomi”sinde yatmaktadır.
Böyle bir ülkeyi yönetmek zordur, bu nedenle de eski yönetici sınıfın önemli kısımları tasfiye edilmiş, ama, yerlerine gelenler, tasfiye edilenlerden daha fazla çaresiz kalmışlardır. Ecevitler, Demireller, Erbakanlar, Türkeşler tasfiye edildi, sonunda öte tarafa da göçtüler. Mesut Yılmaz ile Tansu Çiller de emekli oldular. Eski yönetici sınıfın bu sembolik isimleri giderken, kadrolarıyla da, deneyimleriyle de gittiler. İdeolojileri, alışkanlıkları, kültürleriyle de.
Başlığımız, “Rejimin adı?” idi ve biz rejimin adını koymaktan çok, özelliklerine değinip, faşizm olmadığını, yakın gelecekte de olamayacağını söylemiş olduk.
Bildiğimiz kadarıyla, yakın gelecekte bir “komünizm” korkusu, yükselen ve örgütlenen, “militan” bir işçi sınıfı hareketi, bulunmamaktadır. Saldırılacak bir liberal geleneğimiz de olmadığına göre, adını koymadığımız bu rejim, ki kendi bile kendi adını koyamamıştır, sadece “Erdoğan’ın AKP dönemi” olarak kabul edilsin, yeterlidir.
***
Son sözümüz şudur: Bu rejim iktidarsızlığın boşluğunda ortaya çıkmış, gelişmiş ve konjonktürel bir nitelik kazanmıştır.
Zaten giderler, zaten korkmaya da gerek yok, demek istemedik. Demek istediğimiz, bu rejimin “konjonktürel” olduğu, faşist olamayacağı, Türkiye'nin ekonomide ve politikada çaresizliğinin bir sonucu, ürünü olduğu, aynı zamanda, en az yüz yıllık politika kültürümüze dahil olduğudur. Burada bir sarkaç çalışır ve demokrasiyle otoriterlik arasında salınıp dururuz.
***
Adı değil, ne olduğundan çok ne olmadığı, nasıl ortaya çıktığı ve daha önemlisi içeriden ve dışarıdan “sınırlı” bir niteliğe sahip olduğudur.