Politik alanın “kamusal alan” ile ilişkisi “politikleşme” kapsamında ayrı bir önem taşır ve oldukça “karıştırılmış” konulardan biridir. Kamusal alan hiç de, her zaman, politik önem taşımaz. Kamusal alanın sınırları ve konuları aslında Hegel'in “sivil toplum” alanına benzemektedir. Birey ve ailenin dışında ve üstünde, ama devletin de altında ve dışında bir alan olarak. Gerçi Hegel “burjuva sivil toplumu” demektedir, ama, “burjuva” sözü hala korunmalı mıdır, tartışılır. Marks da, bu sözü tutar ve anlamını, “politik ekonomi”nin çerçevesiyle sınırlar. Marks'ın kavramı yeniden tanımlamasının önemini biliyoruz, ya da bilmiş gibi yapıyoruz. Marks burada, sadece kapitalist piyasaya işaret etmiyor, ekonomiyle politik alanın karşılıklı ilişkisiyle, ekonomiden politikaya karşılıklı geçişleri ele alıyordu. Bu anlamda, Marks, burjuva toplumunun iskeletini, dayanak ve biçimlerini ele almaya çalışıyordu. Tekrar edelim: ekonomi ve politik alanlar arası ilişkiler ve geçişler.
Kamusal alan ifadesinin yaygınca kullanımı Jurgen Haberbas'ın 1960'larda yazdığı “Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü” çalışması ile başladı ve 1890 sonrası tartışmalarda epey yaygınlaştı. Dediğimiz gibi, sınır ve çerçeve olarak, bu kavram Hegel'in “burjuva sivil toplumu” kavramıyla örtüşür. Bireyin ve devletin adeta arasında kalan, bir “geçiş” toplumu olarak.
Bizim için önemli tespit, adeta “toplum” anlamına gelen bu bu sivil toplum ve onunla büyük ölçüde örtüşen “kamusal alan”ın politika ile ilişkisidir. İlişkiyi şöyle kurmaya çalışalım:
Toplumsal olan, kamusal olan herşey, politik midir? Ters taraftan soralım, politik olan, tüm toplumsal ve kamusal alan konularını kapsar mı?
Bir belediye sınırları içinde bir mahallede patlayan bir lağım kanalı düşünelim. Uzunca süre çözülemiyor ve konu yerel hatta ulusal basına yansıyor. Konu bu haliyle hem toplumsal hem de kamusal nitelik taşır. Ya da, patlayan bir çöp, çöken bir maden düşünelim. Yine aynı özellikleri göreceğiz. Peki, konu bu seviyede politik nitelik kazanmış mıdır?
Herhangi bir toplumsal ve kamusal sorunun politik nitelik kazanması, mutlaka, sorunun tartışma ve ele alınması sürecine, “yönetenlerin” dahil edilmesiyle başlar. Böylelikle, konu politik kurumun, politikacıların, atadıklarının, politik partilerin tartışmaya dahil olması ve büyümesiyle “politik” nitelik kazanır.
Örneklerimizi Max Weber'in biryerlerde yaptığı gözlem ve tespitlerden esinlenerek arttıralım: Bir grev düşünelim ve konu iş koşulları ve ücret artışı olsun. Bu haliyle ve kapsamıyla, “işçi grevi” politik değildir. Ne zaman olur, ancak, ücret ve benzeri meselelerin ötesine geçildiği, tartışma, eleştiri ve mücadelenin içine, toplumsal ve politik dönüşüm sorunu dahil edildiğinde. Kisaca, “değişim” politik olarak talebedildiğinde.
Bu örnekler bize, pek çok çevreci, liberal feminist, kimlik konulu eylem ve örgütlenmelerin aslında “politik” olmadığını gösterir. Çünkü konuların ele alınışı ve tartışma, eleştiri hedefleri, henüz politik alanın, ayrımlarını, mantığını ve haliyle dilini (söylemi diyelim) yakalayamamıştır. Yöneteneler ve politik kurumlara yönelik henüz bir eleştiri, mücadele geliştirilememiş, konu “kamusal” düzeyin ötesine geçememiştir.
Her kamusal ve toplumsal sorun ve konu, politikleştirilebilir mi, ikinci yaşamsal sorundur. Göstermeye açlıştığımız gibi, her toplumsal, her kamusal olan, politik değildir. Bu tespit köklü toplumsal dönüşüm amaçlayan sosyalistler için yaşamsal önemdedir. Odaklanmak, etkili olmak ve büyümek için.
Yönetilenlerin eleştiri konusu olduğu politikleşmiş sorunlarda, ki tümüyle politik alan içindeyiz demektir, başka sorunlarla karşılaşırız. Her şeyden önce, karşı tarafın gücü ve donanımıyla. Daha önemlisi, karşı tarafın iktidarında ne kadar “hegemonik” olup olmadığıyla. Hegemonik hale gelmiş bir iktidar, eleştiri ve kötülemelere karşı dayanıklıdır. Hatta en sert ve yaygın muhalefete bile göğüs gerebilir, bu muhalefeti püskürtebilir. Lenin'in ünlü devrim formülünü anımsarsak, bu iktidar, hala “yönetebiliyor” güçtedir. Yönetilenler, yönetilmek mevcut biçimde yönetilmek istemese bile.
Bu nasıl olabiliyor? Toplumsal alanın, kamusal alanın büyük parçalarını politikleştirebildik, ama yönetici-yönetilen ikilisini birbirinden ayıramıyoruz?
Politik alana girmek demek, “politikleştirme” ile güç toplamak demektir, sadece bir birinci aşamadır. Bu seviyede sadece sözü dinlenen bir parti durumunda bulunulur. Sadece bir politik “aktör” haline gelebilmişizdir. Artık “yönetici” sınıfın denetiminde ve onun hakim olduğu alanda, politik mücadeleye dahil oluruz. Ancak, tüm politik kurumlar, başat düşünce ve alışkanlıklar, hala, karşı tarafın, “yöneticilerin” denetiminde ve kullanımındadır. Bu durum, 1968'li yıllarda Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'da yaşanan toplumsal yükselişin içinde bulunduğu duruma benzer. Yaygın ve etkili bir politik “aktör” haline geldiğiniz halde, cinsellikten üniversiteye, aileden devlete kadar her konu ve sorunu “politikleştirdiğiniz” halde, büyük şehirlerde işçilerin genel grevine rağmen, karşı tarafın manevralarıyla, rahatlıkla “de-politize” edilip, geriye çekilebilirsiniz. Ne yazık, karşı-hegemonya da işe yaramamıştır.
Politik alana giren, ideolojisine, kültürüne, potansiyel ve karşı hegemonyasına güvenebilir. Oysa, politik alana girdiğini düşünen aktörler, büyük olasılıkla, hızla “ideolojik” alana geçmiş olabilirler. Politikayı değiştirmeden, kültürü ve ideolojiyi değiştirmeye soyunarak, güçlerine “kısa devre” yaptırmış olabilirler. Politikayı atlayarak ideolojiye geçiş yapmak, burjuvazinin yükseliş tarihini ya eksik anlamak ya da düpedüz yanlış anlamak olsa gerek. Sanıldığının aksine, burjuvazi reform, rönesans ve aydınlanma hareketleriyle hazırlık yapıp iktidara gelmiş değildir. Burjuvazi, ekonomik ve politik alanı ele geçirme sürecinde yaşanmıştır bu “düşünsel” hareketler. Önce ticaret ve belediyeler, sonra milli monarşiler, çok sonra da sanayi devrimi gerçekleşmiştir. Yerine göre, bazen ekonomide, bazen politikada başat hale gelinmiş, düşünsel devrimler onlara paralel gitmiştir.
Politikleşme ve politik alana girmek, bu alanın önemli aktörlerinden olmak, bu alanda uzun süre kalabilmeyi, konu dışına çıkmamayı da gerektirir. Çünkü, eğer, politik alan hegemonik bir gücün etki ve denetiminde ise, sadece söylem ve ideoloji düzeyinde hemen dışarıya, başka bir alana atılmanız söz konusudur. Örneğimiz boldur:
Madende patlama olmuştur, yüzlerce işçi göçük altında kalmıştır. Madenin ruhsat sorunları bulunmakta, işçilerin çoğu kayıtsız çalışmaktadır. Madende iş güvenliğine dikkat edilmemiştir. Bölge tarımın çöktüğü bir bölgedir. İş olanakları sınırlıdır. Maden şirketi hükümet tarafında korunup kollanmaktadır. Üstelik söz konusu maden seçim kampanyalarında dağıtılan kömürü temin etmektedir...
Konuyu politikleştirmek, ve böylece politik alana girmek isteyen aktörler, sivil toplum kuruluşları, partiler, medya örneğin, maden faciasıyla ilgili olanları, gizli ilişkileri teşhir edip, açığa çıkartmaya çalışacaklardır. O sırada, çözüm olarak, ruhsatlandırma sürecindeki eksisiz gerçekleştirilmesi, madenlerin kamulaştırılması, madenin tasfiyesi ve yerine eskiden olduğu gibi tarımın geliştirilmesi, suçluların cezalandırılıp tazminatların ödenmesi gibi öneriler sunulacaktır. Bu arada, göçük altında kalan madencilerin yoksul yaşamları medyada yer alacak, yoksulluk, çaresizlik, vicdani bir sorun olarak takdim edilebilecektir.
Bu örnekte, sorunun politikleştirme sürecine kolaylıkla konu olacağını düşünebiliriz. Oysa, dikkat edilirse, konunun hızla “ekonomi” alanına”, “ahlak-vicdan” alanına, “hukuk” alanınına, olmadı, ilave olarak, “ideoloji” alanına çekilebileceğini görebiliriz. Kamulaştırma talebine rahatlıkla yanıt verilebilecektir. Ekonomik olarak, verimlilik tartışması yapılacak, kamu mülküyetinin verimsizliği söylenecektir. Hukuksal olarak, müfettişlerin yetersiz denetim yaptığı, ruhsatlandırma sürecinin eksik bırakıldığı belirtilecek, konu bazı ilgili kişilerin kusurlarına indirgenecektir. Kamu planlaması ve mülkiyeti tartışmaları, her şeyden önce, “ideolojik” olarak, eski, demode, yıkılmış bir ideoloji olarak “kollektivizm”in kötülenmesiyle etkisizleştirilecektir. Belki buna bile gerek duyulmayacaktır.
İyi ama, politikleştirme sürecini yaşadık, politik alana girdik ve gerçek bir politik aktör olduk, yine de, pek de politik öneme sahip olamadık! Yoksa, bu politik yaşamda bize yer yok mu?
Okuyucu, iyi de ne yapmalı, ne etmeli de, etkili biçimde bu politikleşme sürecini başlatıp başarıyla tamamlayalım, diye soracak, “en azından kavramsal düzeyde bir yanıt ver”, diyecektir.
Yanıtlarımızın tatminkar olmasa da, zihin açıcı olacağını düşünüyoruz: Bir, politik alanda hem güçlülerle hem zayıflara yer vardır ve her aktör, gücü oranında bu alana dahil olur. Tekelci de olsa, bu bir piyasadır ve yarış söz konusudur. Her kesim, en verimli olacağı, en üstün olduğu alanda satmalıdır. David Ricardo'nun önerdiği “karşılaştırmalı üstünlükler” kuramı başlangıç için oldukça zihin açıcıdır. İyi kuram üretiyor, iyi ideolojik tartışma yapabiliyoruz. En çok okuyup yazan biziz. Entellektüel alan hala hakimiz. Hatırı sayılır bir tarihsel birikimimiz, değerli isimlerimiz var. Bunlar üstünlüklerimiz. “Karşılaştırmalı zayıflıklarımız” ise, kitle politikasıyla, kitlesel partilerle, sendikalaşmayla ilgilidir. Bu alanlar, zayıflığımızın hem nedenleri, hem de göstergeleridir. Kisaca, ideolojik alanda üstün, politik alanda zayıfız. Durumumuz, Katolik kilisesinin durumuna benzemektedir. Öncelikle ideolojik, entelektüel bir güç olan Katolik kilisesi, Roma''dan sonra, aynı zamanda devletin yerine geçmiş, politik ve idari bir güç haline gelmiştir. Roma'dan sonra, kilise, devlettir, ideolojidir, kültürdür, uygarlıktır. Okur yazarlar sadece kilise üyeleridir.
Ne yapmalı ne etmeli, karşılaştırmalı üstünlüklerimizi daha da ileri götürmeli, götürmeli de, büyük bir yıkıntının üzerinde sosyalist uygarlığı inşaa etmeliyiz?
Politik alan tartışmamızın bu bölümünü, başa dönerek ve önemli bir ilaveyle bitirelim: Politik alan, ideolojik alana hakim sınıfların düşüncelerinin hakim olnası türünden, hakim politik sınıfların denetiminde bulunan bir alandır. Marks'ın 1871'lerde burjuva devleti için söylediğini anımsarsak, bu alan, hakim sınıfın gereksinim ve çıkarlarına göre biçimlenmiş bir alandır. Bu alana ne kadar başarıyla ve güçle girersek girelim, başkasına ait bir alanı ele geçirmeye çalışabiliriz ancak.
“Kamusal alanın yapısal dönüşümü” mü dediniz, burası “burjuva sivil toplum” ile örtüşür ve bize en fazla, ekonomiyle politik alanın geçişini gösterebilir. Ancak, bu geçişi biz yapamayız, çünkü, ekonomik alanda her hangi bir hakimiyetimiz söz konusu olamaz. İktidarsız olduğumuz bir alandan, başka alana iktidar üreterek çıkamayız. Bu nedenledir ki, sosyalist devrim, ekonomik alandan önce “politik” alanın ele geçirilmesini gerektirir. Ancak, bu yazı, bu alanın da kolay kolay ele geçirilemeyeceğini iddia ediyor ve bu alanda üstünlüğümüz bulunmamaktadır tespitinde bulunuyor. 1968 Batı Avrupası ve Kuzey Amerikası, son örnektir. Politik güç yerine, hızla kültür ve ideolojik alana ric'at edilmiş, büyük bir toplumsal yükseliş söndürülmüştür. Konuyu sadece FKP'nin eksik ve kusurlarına bağlamak herhalde yeterli değildir. Karşı tarafın kurumları, politikacıları, anayasa ve hükümet sistemi, partileri, “hegemonyasını” kaybetse bile, büyük bir toplumsal yükselişi indirebilecek güçte ve yetenektedir. Öyleyse, burjuva sivil toplumunda, kamusal alanında, politikleşmenin sınırları bulunmakta, burjuva yönetimin duvarlarına çarpmaktadır.
Roma'nın düşüşü ve Katolik kilisesinin yükselişi derken, iki gelişmenin eş zamanlı gerçekleştiğini, yıkılmakta olanın yükselmekte olanı kabul etmiş olduğunu özellikle anımsayalım. Yıkılışın ve yükselişin kendiliğinden olduğunu kesinlikle söylemiyoruz. Eğer Katolik kilisesi ilk kurumsallaşmasını gerçekleştirmiş olmasaydı, yıkılıştan sonra yeni devlet haline gelemezdi. Roma daha yıkılmadan, üst tabakaların zaten Hristiyanlığı benimsediğini biliyoruz. Elbette bu geçiş, devrim, yani köleci toplumdan feodal topluma geçiş, bir devrimci geçiş olarak, kapitalizmden sosyalizme geçişten farklıdır. Biz de, kapitalizmden sosyalizme geçiş için sadece ve sadece Leninist devrimi tek devrimci yol olarak düşünmemeli, en azından ülkemize ve bölgemize ait özgünlüklerimizi düşünmeliyiz.
Lenin “çocukluk hastalığı” çalışmasına yeni bir önsöz yazsaydı, kesinlikle, önce “kapitalizmin gelişimi”, “tarihsel dönem” ve “özgünlükler” ile başlardı. Sanıyoruz, “bölgelere”, yeni “birlik” ve “çözülmelere” özel bir önem atfederdi. Başka bir yazı konusu, Lenin “neler yapardı” üzerine akıl yürütmek.
Bir uyarıyla bitirelim: Yazımızdan, karşılaştırmalı üstünlüğümüz ideoloji alandır, oraya yoğunlaşalım ve zayıf olduğumuz politik alanı geri plana atalım sonucu çıkaracak okuyucu, özellikle bahsettiğimiz Roma'dan Katolik kilisesine örneğimize özellikle dikat etmeli. Roma eğer beşinci-altıncı yüzyıllarda çözüldüyse, kilisenin daha birinci-ikinci yüzyıldan itibaren “hazır” beklemekte olduğunu, sadece “ideoloji” ürettiğini, “politik alanda” bulunmadığını söyleyemeyiz. Aslında olmuş olan, çözülen Roma'nın yanında ve ona karşı, ikinci bir iktidarın oluşması, oluşturulmasıdır. Sanıyoruz bu birliktelik, Lenin'in “ikili iktidar” kavramının en geniş diyalektik-tarihsel anlama kullanılışıdır.
***
Devam edeceğiz.