Hafta başı bir ekonomi sitesinin ilk üç haberini sıralıyorum:
Rekor sermaye çıkışı Türk bankaları için fonlama sıkıntısı oluşturuyor. Yabancı yatırımcılar son 12 ayda 7.3 milyar dolar ile rekor seviyede Türkiye devlet tahvili sattı…
Türkiye İhracatçılar Meclisi'nin açıkladığı 2016'nın Ocak ayına ilişkin ihracat verilerine göre, ihracat bir önceki yılın aynı ayına kıyasla yüzde 14.4 azalarak 9 milyar 208 milyon dolar oldu. Böylece Türkiye'nin 12 aylık ihracatı yüzde 9.8 gerileyerek 140 milyar 635 milyon dolara düştü…
Tüketim Eğilimi Endeksi Ocak ayında yüzde 12.2 gerileyerek 52 değerini aldı…
Mükemmel bir fırtınanın henüz erken evrelerindeki üç ayağı ekonomi yönetimi için derin bir kaygı yaratmış olmalı: Hem ihracat, hem iç tüketim düşme eğilimini artırırken, sermaye kaçışı AKP tarihinde görülmedik boyutlara tırmanıyor. Korkut Boratav hocamın geçen hafta yazdığı gibi, henüz bir net sermaye çıkışı boyutunda değil. Tüm çevre ekonomilerde görülüyor, hatta Türkiye’de toplam sermaye girişindeki azalma daha hafif. Ancak portföy girişleri bahsine, yani sıcak paraya baktığımızda, kısa vadeli hisse senedi ve tahvil yatırımcısının kur belirsizliği üzerinden sakınma eğilimini artırdığı, son bir yıl içinde (değer düşüşü değil, net çıkış olarak) 10 milyar doların kaçtığını biliyoruz.
Mali tekellerin Türkiye bültenlerinde, sıcak para kısmındaki bu huzursuzluğun diğer faktörlerden daha ağırlıklı olarak RTE’nin kapitalist iktisat mantığına aykırı “faiz düşürme baskısı”ndan kaynaklandığı iddia ediliyor.
Yaşananları yaşanacakların teminatı olarak görme alışkanlığından vazgeçiremeyecekleri yabancı sermaye, herhangi bir şok karşısında TCMB’nin faiz silahı kullanamayacağı veya en azından kullanmakta çok geç kalacağını varsayıyor. Bu durumda orta vadede ani fiyat düşüşü riski gördüğünüz bir malı (Türkiye ekonomisi hızla yükselen kurla ucuzlar); “çok cazip” de olsa, satın almayı bir süre ertelemenize kimse bir şey diyemez tabii!
2009 yılındaki “teğet geçme” tartışmaları, hatırlayacaksınız dünyanın gelişkin ülke merkez bankalarının hızla parasal genişlemeye gitmesi ve sermaye akımlarının normalleşmesi nedeniyle teorik bir sonuca bağlanmadan pratikte askıya alınmıştı. Korkut Hoca’nın devam edeceği bu kırılganlık sunumunun bir ara sonucu olarak, Suud ve Katar sermayesine daha çok bel bağlanacağı bir dönem yaşamakta olduğumuzu anlayabiliyoruz. Sermaye akımlarında uzun sürecek bir kuruma eğilimi varken “gelenlerin” talepleri daha da ağırlaşacaktır.
Daha önce değinmiştim; içine girdiğimiz dönemin ani çöküş ve 8-16 ay sonrasında hızlı toparlanma şeklinde alışık olduğumuz şok dalgası tipinde değil, 8-10 yılı bulabilecek çok kalın bir durgunluk perdesi şeklinde olma ihtimali yüksek. Hele de emlak sektöründe çok uzayan satış süreleri ve ısrarlı fiyat düşüşleriyle birlikte seyrederse…
Global sermaye hareketleriyle ilgili kimi gözlemlere geri dönmek istiyorum.
10 yıllık ABD tahvilleri, dünyanın en güvenli yani “riskten muaf” olduğu varsayılan yatırım aracı kabul edilir. Bunların verimi (faizi) son bir ayda yüzde 2,4’ten 1,9’a indi. Diğer bir deyişle ABD’ye büyük miktarda sermaye girişleri sonucu tahvil fiyatları arttı yani faiz düştü. 2009 yılında sıfır faiz politikasına geçildiğinde yüzde 5-6 civarından yüzde ikiye kadar inen faizler, en son 2011 yılının başında 3,5 seviyesinin üzerini görmüştü. Beş yıldır sermayenin evine dönme eğiliminin arttığının temel bir işareti bu.
Sermaye evine nereden dönüyor? 2009-2011 parasal genişlemesiyle çıktığı yolculuktan. Çin’den bahsetmiştim. Şangay borsası önemli bir gösterge niteliğinde. Evet Çin’e doğrudan yatırım çok yüksek, ama portföy yatırımları açısından da Çin hep aslan payını aldı. Bunda 2008 krizine devasa bir kamu yatırımı hamlesiyle yanıt vererek global ekonomi açısından geçici bir kurtarıcı pozisyonuna yerleşmesinin büyük payı var.
Sonrasında doygunluğa ulaşan Çin hisseleri, 2011 başından 2013 ortasına kadar yaklaşık değerinin üçte birini kaybediyor. Endeks yaklaşık üç binden iki bine düşüyor. ABD tahvilleriyle birlikte yürütülebilecek mantıklı bir çıkarım, düşüş eğiliminin yataylaşarak (yumuşayarak) devam etmesi gerektiğini söylüyor.
Ama tam bu noktada ilginç bir durum ortaya çıkıyor: Şangay borsası, yaklaşık bir yıl kadar yatay kaldıktan sonra 2014 ortasında çok sert ve uzun bir yükselişe başlıyor ve durmaksızın bir yıl boyunca yükselerek iki binden beş bine vuruyor! Çin hisse senetlerini alma kısıtları giderek gevşetilen uluslararası sermaye, hücum ediyor. Yüzde 150 kazanç...
2015 ortasından sonraki hikayeyi daha iyi hatırlayabiliriz: Çin’de yavaşlama ve tüm gelişen piyasalarda sürekli satış. Çin borsası altı ayda yarıya düşerek yeniden 2500’de dayanmış durumda. Burada karşılaştırmak için başka bir örnek vermekte yarar var: Gelişen piyasaların reel ekonomi açısından en iyilerinden biri sayılan Hindistan bile 2015 yılında yüzde 20 kaybettirdi. 2008 krizinden sonra altı yıldır neredeyse dört katına çıkan Hint hisseleri Çin’in tam zıddı gibi.
Hindistan son dönemde eğitim sistemini kararlı hamlelerle reforme etmiş, ileri teknoloji üretim kapasitesini artırmış, hızlı kentleşmesini iyi bir endüstriyel planlamayla stabilize edebilen bir karakter gösteriyor.
“Satış yılı”nda Çin yarıya düşerken, aynı anda Hindistan yüzde 20 kaybederken, Türkiye ekonomisinin “hissedarlara” yüzde 25 kaybettirdiğini görüyor ve şaşırıyoruz. AKP Türkiyesi ise malum, iki yılda bir eğitim sistemi değiştiren, yüksek yargı organları dar amaçlar için politize olmuş, yolsuzluk endekslerinde rekor yükselişler gösteren bir karakterde…O zaman bizi daha fazla düşmekten alıkoyan ne? Tahminlerimi şöyle sıralayabilirim:
Çin hisselerinin maruz kaldığı spekülatif atak o kadar büyüktü ki, sonrasında fiyatların “yarılanması” doğaldı. Bu çöküş diğer piyasalarda, bu kadar büyük bir balon olmadığı için sınırlı kaldı.
Son beş yılın sermaye hareketi durgunluğunda Türkiye’nin Çin gibi büyük bir spekülatif atağa uğramaması, Haziran Ayaklanması, 17-25 Aralık soruşturması gibi faktörlere de bağlanabilir. Tahvil ve hisse piyasaları bu tür ara distorsiyonlar nedeniyle patlayacak kadar şişmedi, bedava para döneminin sonu yaklaşınca da uzunluğu ve derinliği belirsiz yavaş bir sönüşe geçti.
Korkut hocamın bahsettiği, sadece geçen yıl 12 milyar doları geçen kaynağı belirsiz döviz girişi kuru kısmen dengeleyici, en azından yükselişi yumuşatıcı bir rol oynadı. Bu da dövize hücum atmosferi oluşmasını engelledi. Burada Arap ülkeleri kaynaklı politik dövizin şimdilik işe yaradığı görülüyor. İktidar büyük olasılıkla, hangi tür bir bela olursa olsun, diyetine değeceği fikrine sahip!
Bu tablo, bir dönemsel özgüvene neden olmuş durumda. Ama eğer bahsettiğim kaygı gerekçeleri doğruysa ve Çin kaynaklı dalgalanma, dünya ekonomisinde kalıcı bazı sorunlar getirme potansiyeline sahipse, bu özgüven sarsılacak.