Bu döviz atağı neydi böyle?

Çalkantının nedeni, emperyalizmle dans ederken kapasitesini kavrayamayan, yavaşlamayı reddeden, sermaye düzeninin finans ve para politikası anayasasını ihlal etmekte sakınca görmeyen RTE ve Saray iktisatçılarıdır. Çare olarak dayatılacak olan ise maalesef yine emperyalizmin finans ve para politikası anayasası olacaktır.

Günlük hayatımıza tam olarak yansıması Eylül ayını bulacak. Ve büyük ihtimalle memleketimiz hiç tanık olmadığımız boyuttaki bir sefalete doğru hızlı seyahat ediyor olacak… 

Ama şimdi seçim gündemi her yeri kaplamışken komplo mu, beceriksizlik mi, kasıtlı mı, kaçınılmaz mı tartışmaları yürütülmekte. 

Bu dört kategorinin her birine sokulabilecek görünümler mevcut. Hayatın karmaşıklığı diyelim. Bu kategorizasyona seçim sonrası daha sağlıklı bakabilecek koşullara erişiriz ama şimdi “neydi bu?” sorusuna bazı notlar düşmek gerek.

Yaşadığımız günler nasıl tanımlanabilir?

- Sermaye maliyetinin dünyaya kıyasla çok yüksek hale gelmesi. Yani kredi faizlerinin ve alternatif risksiz kazanç olarak görülebilecek tahvil faizinin üç buçuk yılda yüzde 8’den yüzde 17’ye çıkması…

- Devlet müdahalesi ve teşvikleri nedeniyle kapitalist ekonominin kredi kalitesinin ve rekabet gücünün sürdürülebilir olmaktan çıkması. Yani vergi afları, kamu garanti fonu, verimsiz yatırım teşvikleri gibi türlü araçlarla normal koşullarda rekabet edemeyecek işletmeleri ayakta tutarak kapitalist sermaye büyümesini sekteye uğratmaları (kredi kalite erozyonu).

- Müteahhitlik, enerji gibi kimi sektörlerde dayanılmaz yükseklikte borçlanma oranları ve kâr marjı daralmasının eşzamanlı olarak sıkıştırmasıyla batışı engellemek amaçlı finans sisteminin gücünün bu üretken olmayan sektörlere (Saray baskısıyla) yönlendirilmesi. Sonrasında borçlanma maliyetindeki beklenenden hızlı artışla “ani duruş” (kredi çöküşü başlangıcı).

- Nihayet sermaye maliyetinin katlanılamaz hale gelmesiyle Trump istikrarsızlığı, ABD faizlerindeki yükseliş ve yeni Arjantin krizi tetiklemesiyle, ülkeden çıkmak isteyenlerin birbirini uyandırması sonucu para biriminin çok hızlı değer kaybı (yerel para birimi çöküşü)…

Bu bir kriz midir?

İktisatta bir ülkenin krizde olması için üst üste iki çeyrek boyunca küçülmüş olması ortak kabul haline gelmiştir. Ancak hem Saray hükümetinin ekonomik verilerle sıkça oynaması, inşaat ve savunma sektörünün ağırlığını artırması hem de Cumhuriyet tarihindeki rekor seviyeye çıkan teşvikler, büyüme rakamlarını çarpıtmaktadır. Ayrıca büyüme rakamları dört-beş ay geriden geldiği için ekonominin 2018 yılının ikinci yarısı boyunca küçüleceğini tahmin eden herkes, mevcut koşulları kriz olarak tanımlayabilir. Yine de şimdilik en doğrusu, krize sebep olacağı çok aşikar ekonomik çalkantılar diyebiliriz.

Bu çalkantının nedenleri nelerdir?

Tek yanıtı AKP’nin 2008 sonrası tercih ettiği ekonomik politika setidir. 2008 öncesinde, 2001 krizinden çıkış ivmesi, İMF desteği ve özelleştirmeler yüzünden sıkıntı çekmeyen AKP, rakiplerini sindirdikten sonra 2009 yılında yaygınlaşan global sıfır faiz dalgasıyla karşılaştı. Bunu Türkiye halklarının geleceğini yakacak fahiş bir borçlanma için harcamakta hiçbir sakınca görmedi. Üstelik üretken ve rekabet artırıcı kanallara değil, gelir getirmeyecek, gelir getirenlerin maliyetlerini ne kadar düşürücü olduğu tartışmalı inşaat faaliyetlerine…

2013, rüzgarın sadece sokakta değil, bedava para ortamında da döndüğü yıldır. Kur artışı son beş yılda ABD dolarının neredeyse üçe katlamasıyla sonuçlanmış, son dönemde bu değer kaybı ani ataklar şekline bürünmüştür. Bu atakların AKP tarafından “komplo, lobi saldırısı” olarak nitelenmesi anlamsız, çünkü zaten dünya para birimleri arasında finans piyasasında sürekli spekülatif atak yaşanmakta, hükümetler bunu aktif para politikalarıyla savuşturmaktadır. 

Halbuki RTE, Londra’da faizler yüksek düşürmeyi açıklıyoruz açıklamasıyla, sonrasında da bağımsız olduğu kabul edilen TCMB başkanını parti genel merkezine çağırıp hiçbir açıklama yaptırtmamasıyla bir spelükatif atak daveti çıkardı.

Çalkantının en büyük nedeni, 2008 yılından beri üzerine binilen ve “tımar edildiği varsayılan” sermayenin, Türkiye’ye ve tekleşen saray hükümetine güveninin kaybettiğinin ve bunun ne gibi sonuçları olacağının kavranamamasıdır. Büyümenin azaltılması yerine krizden önce baskın seçim tercih edilmiş, konjonktür bu ya, kriz erken patlayıvermiştir. Tartışmalı ama ciddiye alınması gereken bir görüşe göre sarsıntının önlenemeyeceği anlaşılmış ve dışsallaştırmak, komplo görüntüsüne büründürülmek amacıyla kasıtlı büyütülmüştür.

Özetle, kur artışının (TL çöküşünün) sebebi, 2008-2017 politikaları değil, bu politikaları yürütenlerin sonrasında sermaye oyununun kurallarına uymayacaklarını ilan etmeleridir. Sermaye düzeni zaten otomatik olarak kriz yaratır demek, sermaye düzenini hafife almaktır. Her krizdeki sübjektif faktörleri ince ince tespit etmezseniz siyasi müdahale yapamaz, “çözüm devrimde, sosyalizmde” diye diye restorasyona yenilmeye mahkum kalırsınız.

Hatalar neye yol açacak?

Merkez bankası bağımsızlığını, emperyalizmle entegre yaşayan bir kapitalist ülkenin uygulaması gereken teknik bir pozisyon olarak değil de sanki emperyalizme karşı bir pozisyonmuş gibi algılayan zavallı cahiller, hem hükümette, hem yandaşlarda, ve hatta hem de solda sıklıkla görülmektedir ve ibret vericidir.

 En başta böyle olmayabilirdi demek lazım. Yani sermaye doluştuğu yerde patinaj çekmeye başladığında böyle kontrolsüz kaçışı baştan engellenebilirdi. Ama batı sermayesinin en ünlü Türkiye analistinin dün akşam yapılan para kurulu toplantısının sabahında yanınlanan sözü şuydu: “Bugün sıkılaştırma olmazsaTürkiye’de bir merkez bankası yok demektir” (ki ne fiyat bulursanız kaçın anlamına gelir). Hükümet bu söz üzerine politika faizi artırımı yaptırmış durumuna düştü. Nerede kaldı milli ekonomi?

2013’ten itibaren sermaye maliyetinin artışa geçtiği, borçluluk oranının sürdürülebilir seviyeyi çoğu sektörde zorladığı belliydi. İnşaat işinden vazgeçeceklerdi, gösterge faizi anlaşılır ve sıkı tutacaklardı, büyümeyi yavaşlatacaklardı. Kapitalizmin yasaları böyle emrediyordu. Ama büyümeyle hava atmak, yoksullara köprü ve havaalanı göstermek Saray iktidarının sürdürülebilirliğinin temeli sayıldı. 

Neye yol açacak? Tabii ki çağdaş bir Düyun-u Umumiye olarak İMF’ye daha fazla teslimiyete. Seçimde ne olursa olsun, çare olarak dayatılmak üzere olan İMF politikaları kapıdadır. İMF kesindir. Eninde sonunda bir Kemal Derviş koalisyonu kurulacaktır. Muhtemelen karikatür olarak. Çünkü bu politikalar, krizin kavuruculuğu başladığında birbiriyle yarışan her iki ittifak tarafından da kabul edilmek zorunda kalınacaktır. 

İMF kredisi karşılığı kemer sıkma programı, işçi ücretlerinin daha da bastırılmasını, sosyal hakların budanmasını getirecektir. Türkiye’nin son on beş yıllık büyümesi, işçi ücretlerini bastırmadan belli bir seviyede tutmuş, sadece büyüyen pastadan aldıkları pay düşmüştür. Ama krizle birlikte ilk saldırılacak nokta reel işçi ve emekli ücretleri olacaktır. Bunu başarmak için bir dönem yüksek enflasyona izin vermeleri beklenebilir ve ücretler hiçbir şekilde buna göre düzeltilmeyecektir.

Çalkantının nedeni, emperyalizmle dans ederken kapasitesini kavrayamayan, yavaşlamayı reddeden, sermaye düzeninin finans ve para politikası anayasasını ihlal etmekte sakınca görmeyen bizzat RTE ve Saray iktisatçılarıdır. Çare olarak dayatılacak olan ise maalesef yine emperyalizmin finans ve para politikası anayasası olacaktır. Buna karşı çıkmak için gereken tek ve yeterli faktör, yani solun güçlenmesi, 2013 sonrası yakalanan fırsatlar değerlendirilemediği için başarılamamıştır.

 Halkımız bu yanlışların sonucu ortaya çıkan kriz ve sonrasında bunun faturasını hem enflasyon hem de fahiş vergiler yoluyla ödeyecektir. Her zaman ödemiştir ve böyle olmak zorunda olmadığı asla anlatılamamıştır. Anlatılması için önce solun, sol düşüncenin bir bütün olarak güçlenmesi gerektiği asla kabul edilmemiştir. Güçlenemeyen, 2013 sonrası büyük fırsatları değerlendiremeyen sol hareketler, kamulaştırmayı gerçek ve mantıklı bir çözüm olarak inandırıcı kılamayacaklar, programlarının değil sloganlarının ince sesini duyurmaya devam edeceklerdir.

Peki bundan sonra?

Bu başarısızlık, bu satırların yazarı dahil hepimizindir. Bu satırların yazarının herhangi bir pozisyonu olmadığı için vereceği hesap ve yeni pozisyon isteği bulunmuyor. Sorumluluğum sadece yeterince hesap soramayışım. Ama son beş yılda kim ne tür gereksiz saçmalıkla uğraştı, sonuçsuz enerji harcadıysa afişe etmek, gelecek nesillerde solun toparlanmasını sağlaması açısından önemli bir görev olarak durmaktadır. Okurların, solcuların, kadroların ilgili dönemdeki inisiyatif sahiplerine bu hesabı sormaları ve “Saray diktatörlüğü mü Kemal Derviş hükümeti mi” ikilemine bir kez daha düşmememiz için gerekeni yapmaları gerekiyor.

@ErgunCagl