"Rejimin adı? Faşist, faşizan ya da İslamcı-faşist mi?" isimli yazımızda Türkiye politika tarihinde otoriterlik ile demokrasi arasında bir salınım olduğunu söylemiştik. Bu gözlemimiz 1908 Jön Türk Devriminden bu güne dek yaşanan tarih için geçerlidir diye düşünüyoruz. Demokrasi için gelenler içeride tutunmak için demokrasiden otoriterliğe geçerler. Yönetici sınıf değişimi, ya da parti hükümetlerinin değişimi, seçimler biçimsel olarak düzenlenmekle birlikte, eşit koşullarda ve “hür” seçimlerle el değiştirmez. İttihatçıların rejimi Kurtuluş Savaşı dönemi demokrasisiyle yer değiştirir. Sonra Kemalist dönemin otoriterliği gelir. Özellikle 1924 sonrasında. Kemalist dönem demokratik "açılımlarla" yerini Demokrat Parti'ye bırakır. Bu parti dönemin solcuları tarafından bile desteklenmiştir. Ancak, üç beş yıl sonra, Demokrat Parti demokrat olmaktan çıkar. Buradan da 27 Mayıs’ın demokratik hatta sosyal-demokrat rejimine geçeriz. Ardından, 12 Mart ve nihayetinde 12 Eylül’ün karanlığına doğru ilerleriz. 12 Eylül rejiminin üç yıl sonra 1983 yılında, otoriterlikten tekrar demokrasiye doğru salınmaya başladığını söyleyebiliriz. Sonra OHAL’ler dönemi, ve adeta Türkiye’nin bir polis devletine dönüşmesi. Ardından da demokrasi yönünde salınımın başlaması ve 1997 tarihli “Sürekli Aydınlık için bir dakika karanlık” eylemleri. Bu karışık (“postmodern”?) dönemin sonunda Çiller ve Erbakan’ın tasfiyesi, MHP’nin meclis dışına itilmesi ve sonunda ”AKP’nin “hür” seçimlerle hükümete yükselmesi... Demokrat Parti’nin 1940’ların demokrasisinden yükselip hükümet olması ve ilk dönemlerinin demokrat denebilecek özellikler taşımasına benzer, AKP’nin ilk dönemleri de, kendi içinde “savunma” ve “ayakta kalma” amaçlı bir demokratik nitelik taşır. Ancak ve ancak, AKP “ayakta kalabilmek” ve “devam edebilmek” için karşı saldırıya geçmiş (Fethullahçılarla birlikte ve onların öncülüğünde) ve yaklaşık on yıl önce otoriterliğe doğru bir salınımı başlatmıştır.
Yukarıda anlatılan tarihin hareket biçimi “otoriterlik ve demokrasi” arasında bir salınım ise, okuyucu AKP’nin gitme süreci veya sadece gitmesiyle birlikte yeni bir demokratikleşme dönemine doğru gideceğimizi düşünebilir. Bizce yüksek olasılıktır, çünkü, Türkiye'nin yukarıda anlattığımız gelişme biçimine göre, demokrasi güçleri diyalektik olarak harekete geçecektir. Zaten, çünkü, yeteri kadar muhalif enerji birikmiştir ve ne zamandır bu enerji kendine bir yön ve biçim aramaktadır. Kemalistlerin başı çektiği ve laiklik sorunun önde olduğu 2007 Cumhuriyet Mitingleri ve beş yıl sonra gelişen ve açıkça hükümet karşıtı olan 2013 Gezi Ayaklanmaları, iki birikim ve iki patlama dönemidir. Şimdi 2018 tarihinde, Mayıs-Haziran, yeni bir demokratik yükseliş dönemine giriyoruz. Geçmişin tecrübeleri kısmen de olsa işe yaramış görünüyor. En azından "demokratik" muhalefetin "resmi" kısmı bir "Millet İttifakı" halinde bir araya gelmiştir. Sosyalist sol ise, şimdi için olmasa bile, daha ilerisi için, yeni bir Türkiye İşçi Partisi örgütlemeye çalışıyor.
Yazılarımız, Türkiye'nin faşizme doğru gittiğini düşünenler için tuhaf görülecektir. Hatta bu tür yazıları, tehlikeyi hafife almaya neden olabilecek, tedbirsiz, yanıltıcı yazılar olarak görenler olduğunu da biliyoruz. Ancak biz tarihin mantığına, mevcut dinamiklere, iktidarın ve muhalefetin birikme ve gerileme biçimlerine özel bir önem veriyoruz. Gözlemimiz, Türkiye'nin demokrasiye doğru salınmaya başladığıdır. 24 Haziran ya da sonrasında, Erdoğan seçilse ve 24 Haziran'da AKP (Cumhur İttifakı) meclisin en büyük gücü olsa bile, muhalefet hem vardır, hem de ne zamandır yükseliştedir. Bir biçimde ve bir tür demokratik yönde ilerleyecektir.
Önemli olan, yeni demokratik yükselişten sosyalistçe sosyalist politika için yararlanabilmek, daha ilerisi için yeni Türkiye İşçi Partisi'ni iktidara doğru hazırlayabilmektir. Eğer yeni TİP yaşama geçmezse, hiç istemeyiz, demokrasiye doğru salınıma neden olan muhalif demokrasi enerjisi, yolunu ve biçimini aramaya çalışacak, ne yazık bulamayacak ve olasılıkla da heba olacaktır. Sonra tekrar otoriterliğe doğru salınmaya başlarız!
Son olarak, akademik ve kurama eğilimli okuyucu için şunu belirtelim: Otoriterlik ve demokrasi ilişkisi, yönetici sınıf ve halk sınıfları arasında yaşanan çatışmanın "bir biçimi" olarak anlaşılabilir.
* Ferrel Heady Türkiye’yi, “bürokrasi ağırlıklı” gördüğü “politik rejimler” içine yerleştirir ve alt sınıflandırma olarak da “sarkaç rejimler” (pendulum regimes) içinde görür. Heady, burada Türkiye’deki değişimi bürokratik elitler ve partiler yarışı arasında salınım olarak betimler: Heady F, 1991, Public Administration- a Comparative Perspective, (4th ed.) Marcel Dekker Inc., New York, Basel, Hong Kong. Ancak, biz burada sarkaç metaforunu kullanıyor olmakla birlikte, salınımın uçlarını "otoriterlik ve demokrasi" olarak kabul ediyoruz.