Dünyanın bu yanında, günlük, hatta anlık yaşanan her olgu, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz paradigmasında yeni bir bulmaca parçası gibi yerine oturuyor.
Bir yerden başlamak için, 28 Ocak akşamına bakmak, iyi bir köşe taşı…
***
Dün akşam, emperyalist hegemonyanın ‘manik depresif’ bir karesini, Trump konuşurken televizyon ekranlarından hep beraber izledik.
Yanında Netanyahu; bu parodiyi ağız kulak mesafesi sıfırda alkışlarken, zaman zaman kareye girdi, çıktı…
Neden mi “parodi”?
Tanımındandır!
Trump’ın, “Asrın Barış Anlaşması” diye sunduğu İsrail-Filistin meselesine ilişkin çözümü, tam bir parodidir. Yani anlatılan ya da temas edilen konu, çok ciddi olmasına karşın, Trump’ın, işin önemiyle, çözüm diye ortaya koydukları, adeta kendi kendini alaya alan bir düzeyde hem teatral hem de parodi ve fiyaskodur.
Dünyanın baş efendisi Trump, damadına bir metin hazırlatıyor. İşin içine, Netanyahu küçük efendisi de katılıyor ve Filistin’e, onları işin içine katmadan, size biçilen donu ayağınıza giyin ve ötesine de karışmayın ve ilhak olun diyor.
Trump, bu aralar hem ABD’de başkanlık yapamayacak olmakla suçlanıyor ve hem de Senato'da vartayı atlatırsa (ki öyle görünüyor); yeniden başkanlık seçimine gidiyor. Burjuva demokrasisi, seçilmek için ‘seçmen oyunu’ bir biçimde almayı gerektiriyor. Seçmen oyuna sahip olmak için de onları mutlak olarak sandıkta konsolide etmek gerekiyor.
Trump’ın seçmenleri arasında, elli milyon olduğu söylenen evanjelistler var.
İlk soru şudur: Evanjelistler, itikat olarak nasıl ve neden Trump’çı olacaklar? Yanıt, Trump’ın iyi bir İsrail yandaşı olmasıyla…
O zaman, ikinci soru da Trump’ın Evanjelist seçmenleri ile İsrail arasında nasıl bir ilişki var (?) olmalıdır. Bu da Kitab-ı Mukaddes’te yazılmış bulunuyor.
Evanjelizm, Kitab-ı Mukaddes'e geri dönüşü ve bunun müjdecisi olan “iyi haber” öğretisini içinde barındırır. Kitab-ı Mukaddes’in ‘iyi haberi’, dünya tarihini yedi çağa ve Tanrı'nın insanlık hakkındaki takdirini de buna göre yedi bölüme ayırmasında gizlidir. İyi habere bakarsanız, Tanrı’nın, “Tanrı'nın Krallığı'nı” temsil eden insanlara verdiği imtiyaz, kitabın sonu olan “Kıyamet Zamanı” bölümünde yazılıdır. İşte İsrail’in yeri de buradadır. İsrail, Kitab-ı Mukaddes'in “Kıyamet” zamanında önemli rol oynayacaktır ve Tanrı’nın Krallığı da böylece yeniden kurulacaktır. Bu öğretiyi de Evanjelist geniş kitleler, fanatik biçimde benimsenmiştir. İşte Evanjelist ABD seçmenleri bakımında, İsrail’in önemi de buradan kaynaklanmaktadır.
Trump’ın, Kudüs’ü, İsrail’in bölünemez başkenti ilan etmesi ve Filistin’in ilhak edilmiş bütün topraklarını İsrail olarak tanıması, İsrail üzerinden ABD seçmenlerini oya tahvil etmenin en meşru aracı kılınmıştır.
Baş efendinin yamağı Netanyahu da, açıkçası İsrail de zordadır. Kendisini ABD’ye yedekleyemediği takdirde, ne başbakanlıkta duracak gücü ve ne de seçimlerde başarı şansı kalmıştır.
Eh mesele iktidar ise, gerçek dünya barışı sadece bir teferruattır…
Kuşkusuz bu şerhler, işin görünen yüzü üzerinden sadece ufak tefek ayrıntılardır.
İsrail sağcı siyasetçilerinin algı ve mantığında şöyle bir ayrıntı olduğu da söylenir: “ABD dünyayı yönetir; İsrail de ABD’yi”. Tarihsel olarak bunun gerçekçi bir olgu olduğuna dair kanıtlar da 1948 den bu yana bölgede yaşanmaktadır.
1918’lerde, İngilizlerin Osmanlı'dan iç ettikleri Filistin’in kaderi, II. Dünya savaşından sonra bir defa daha şekillendirilmiştir. Savaşı son zamanları olan 1944 sonrasında, Dünyanın efendilik tacı “Bretton Woods” antlaşmasıyla İngiliz’in başından alınıp, ABD’nin başına oturtulmuş ve düne kadar Atlantik ötesinin bu aktörü, bölgeye de dünyanın yeni düzen kurucusu olarak ilk adımını atmıştır. Sonrası mı? 14 Mayıs 1948 de “Büyük İsrail’in kuruluşu dünya sahnesinde yerini alır.
O gün bugündür bölgenin kadim Osmanlı coğrafyası olan Irak, Suriye ve Filistin’de sorunlar, acı, kan ve gözyaşı hiç bitmemiştir. Esasen I. Dünya Savaşı'nın Osmanlı bakiyesini paylaşım işi halen sürgit devam edegelmektedir.
***
Bölge deyince, bahse konu Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’dir.
Doğu Akdeniz’in nelere gebe olduğu, günlük ve anlık olarak televizyon kanallarından izlenebilmektedir. Siyasal, coğrafi emperyal ihtirasların, galebe çalma bağlamında, kendi hedefi için gerçekleştirdiği manevralar, ortalığı bir kan gölüne dönüştürmüş durumundadır. “Büyük Ortadoğu”, “Büyük İsrail”, “Büyük Kürdistan”, “Büyük Ermenistan” işin sahne dekorları gibi, hacıyatmaz konumunda bir eğrilip, bir doğrulmaktadır.
Bu işin adı jeopolitik ve onun askeri kanadını oluşturan jeostratejidir. Kuşkusuz uluslararası ilişkilerin ekonomi-politiği bakımından jeopolitik tek başına da değildir. Diğer kardeşleri sıralanacak olursa, su meselesi, “hidropolitik”, petrol dâhil hidrokarbon zenginlikler meselesi “petropolitik” ve din istismarı üzerinden yürütülen “teopolitik”, jeopolitiğe eşlik edegelmektedir.
Günümüzde bunun yeni adı, stratejist kesimlerince güzellemesi çok yapılan “küreselleşme” algıpolitiği ya da “persepolitik” tir.
Jeopolitiğin askeri kanadı olarak jeostrateji terimini kullanma önerisine işin uzmanlarınca itiraz gelebilir. Kavram kargaşası olmasın diye bir açıklamam olsun.
Jeostrateji, esasen, “stratejik açıdan coğrafi unsurların incelenmesini ve stratejik sonuçlar çıkarılmasını kapsar”. “Söz konusu coğrafi unsurlar; ekonomik, sosyal, politik ve fizikidir”. “Bu unsurları kapsayan strateji, ‘genel strateji’ olarak tanımlanırsa, bu konularda strateji ile coğrafya arasındaki bağı da jeostrateji kurar”. Devletlerin jeostratejik politikalar yürütebilmesi de aralarında kurdukları veya çatıştırdıkları ilişkiler bütününü şekillendirebilecek hem iktisadi ve hem de askeri güce dayanmaktadır. O nedenle baskın jeostratejiye sahip devletler, aynı zamanda baskın askeri güç sahibi de olmak zorundadır. Jeostratejinin askerileştirilmesi bu bağlamıyla sadece bir kavramlaştırma olarak kullanılmıştır.
***
ABD’nin İsrail-Filistin paradigmasında çözümcü olma inisiyatifi büyük ölçüde jeostratejik olarak askeri gücünün büyüklüğü ve kaynak çeşitliliğine dayanmaktadır. Örneğin, büyük manevra yeteneğine sahip ve Akdeniz filosu olarak hareket eden donanmasının, yani 6. Filo’nun devasa potansiyeli önemli bir jeostratejik vurucu güçtür. Bunun yanısıra, NATO müttefiklerinde (Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Türkiye) konuşlu balistik nükleer gücü ve İsrail’de palazlandırdığı ittifak nükleer gücün kurucusu olması ile bölgede tesis ettiği izleme, tarama, hedefleme radar ve balistik roket ağı ve bunlar dâhil bölgedeki çeşitli ülkelere serpiştirilmiş yüzlerce askeri üssüyle bölge siyasetlerinde jandarma inisiyatifini pekiştirmektedir. Bunun karşı kazanımlarını da petropolitik ve hidropolitik stratejilerinin sürdürülebilir kılınmasına yani “kazanım savaşlarının” getirisine dayandırmaktadır. İttifak bölge politikacıları ve yönettikleri devletler de işin ABD çıkarları taşeronluğuna konuşlandırılmış gelgeç aktörler olarak sahne figüranlarıdır.
Öyleyse baş efendi ve teferruat taşeronları yenilmez midir?
Olur mu öyle şey diyelim ve sonra devam edelim…