Hayatımız boyunca yüz yüze geldiğimiz sorunların büyük bir bölümü kendi eserimizdir. Yarattığımız sorunların vahim sonuçlarıyla boğuşarak ilerlemeye çalışırız. Bunun sebebi, öngörüsüzlüktür. Kafamıza saplantı olarak yerleşmiş bir fikrin ya da ani bir hareketin bizi nereye götüreceğini gerçekçi ve soğuk bir mantıkla öngöremeyiz.
1980’de askeri darbeyi beklerken, sosyalistler arasındaki keskin fraksiyonlaşmanın cuntaya karşı birleşik cepheyi nasıl engellediğini fark ettik. 1986-1996 döneminin “birleşik parti” arayışları sırasında, 24 Ocak kararlarının halkın beklentilerini dönüştürdüğünü, cuntanın insani ve kültürel maliyetinin çok ağır olduğunu birkaç yıl gecikmeyle anladık.
Askerler mesela, “hukuka güveniyoruz” diye silahlarını bırakıp kodese girmeyi kabul ederek, ABD’nin yazdığı senaryoda kendilerine verilen rolü oynadıklarını çok geç fark edebildiler. Bu “songörü” (böyle bir kelime yok, şimdi uydurdum) onlarda muazzam bir bilinç patlaması yarattı. Ancak içe doğru gerçekleşen bu patlama, TSK’nın üst kademelerinin Kemalist/Avrasyacı subaylardan arındırıldığı gerçeğini değil, sadece tahliye olan subayların kalp-şeker-tansiyon gibi sağlık göstergelerini etkileyebildi.
Tarihin akışı hızlandığı zaman öngörü ile “songörü” arasındaki mesafe kısalmaya başlar. Öngörünüz yanlış olsa bile, olayların hızı yakın bir “songörü” imkânı sağlar. Başka deyişle, öngöremediğiniz şey gerçekleştiği anda önünüzde tabak gibi beliren gerçeği bir “songörü”yle algılayabilir ve bir düzeltme yapabilirsiniz.
Fakat öngörü yeteneğiniz olmayabilir. Daha kötüsü, tıpkı bir tabak gibi önünüze konulan gerçeği algılayabilmenizi sağlayacak bir “songörü”ye de sahip olmayabilirsiniz. Ya da mesela hayatınızdan memnunsunuzdur; öngörü ve “songörü” kabiliyetiniz yüksektir ama rahatınız da yerindedir. Uzaklarda bir baraj patlamıştır, lakin sular evinizi basana kadar “buraya ulaşmaz” öngörüsüzlüğüyle yerinizden kımıldamazsınız. Zaten kamusal alan sadece öngörüde değil “songörü”de bulunmanızı da önleyen, size her şeyin gayet normal ve güvende olduğunu sürekli kanıtlamaya çalışan medyatik ideolojik cihazlar ve oyuncaklarla donatılmıştır. Bütün bunlar sizi sıkıca yakalar, olayların ve gündemin peşi sıra sürükleyip götürür. Devrimcilik her şeyden önce bu akıntıya direnmeyi gerektirir.
Yeni duruma “songörü”yle baktığımız zaman, rövanşist karşı-devrimin tamamlanmak üzere olduğunu; AKP’nin parlamenter siyaset üzerinde muhalif partilerin çizgisini belirleyecek ölçüde kusursuz bir ideolojik hâkimiyet kurduğunu; geçmiş dönemin merkez partileri gibi dağılarak çökmesinin neredeyse imkânsız olduğunu; emperyalist sistemin bölgesel politikalarından saptığı için iktidardan devrilse bile, çok enerjik bir devrimci atılım olmadıkça, mevcut yapısal dönüşümün ve ideolojik baskının yerleşik kalacağını görüyoruz.
Buradan ileriye doğru baktığımızda neyi öngörebiliriz?
Aslında pek çok alametler var. Mesela, ana medyanın HDP’yi solun yeni partisi olarak selamlamasını; Rıza Türmen’in “Demirtaş’ın söyledikleri CHP’nin söylemi olmalı” sözünü; bunun üzerine Demirtaş’ın “Ana muhalefet artık biziz” demesini ciddiye almak gerekir. Her türlü sağ ve sol ulusalcının fiilen tasfiye edildiği yeni bir siyasi model, hem açılımı kolaylaştırır, hem RTE’nin kafasındaki yeni rejime destek sağlar. Aslında, her ne kadar PKK biraz eklektik bir katılım sergiliyorsa da Kürt-İslamcı işbirliğinin zemini şimdilik sağlam görünüyor.
ABD ile Rusya’nın Ukrayna’da, gene ABD ile Çin’in Uzakdoğu’da birbirlerinin savunma açıklarını kolladıkları Soğuk Savaş benzeri bir ortamın da Türkiye’yi yeniden biçimlendirme girişimlerinde etkili olacağını öngörebiliriz. Dolayısıyla, RTE ile onun teorisyeni Davutoğlu’nun yeniden taşeron olma çabalarının vereceği sonuç da önemli olacaktır.
Öngörü ile “songörü” arasındaki zamansal mesafenin, yukarıda belirttiğim anlamda kısalacağı bir döneme giriyoruz. Güç toplamak için tarihin bahşettiği süre daralıyor. Dolayısıyla hiçbir öngörüyü önyargı haline getirmemek, sürekli ezber tekrarlamamak (gençlerin dediği gibi, “otomatiğe bağlamamak”) gerekir. Etnik bölünmeye ve dini gericiliğe karşı olan herkesin ortak cephesi, siyaset mühendisliği çabalarıyla değil, ancak süreklilik kazanan bir Haziran Ayaklanması’nın içinde gerçekleşebilir. Hukukun olmadığı yerde ihtilal meşrudur.