Olmasaydı, olur muyduk gerçekten?

Ülkemizin, Gezi Parkı Direnişi sırasında sergilediği insanca davranışları yüzünden iktidarın hışmına uğrayan en büyük sanayi kuruluşlarından birinin, Koç Topluluğu’nun bir 10 Kasım günü verdiği sayfa boyu ilân: "Olmasaydın, olmazdık…"

Sayfa boyu bir Atatürk resmine ustaca yedirilmiş iki sözcük. Evet, yalnızca iki sözcük. Onları okuyuncaya kadar, Mustafa Kemal Atatürk’ün, onun önderliğinde yürütülen bütün bir Milli Mücadele’nin ve bütün ondan sonrasının yalnızca iki sözcükle böylesine görkemli, özlü ve vurucu biçimde özetlendiğini, özetlenebileceğini rüyamda görsem inanmazdım.

“Olmasaydın, olmazdık” – hem uçsuz bucaksız bir şükran borcunu hem de insanca davranışlar yüzünden hedef olunan haksız saldırılara çok soylu bir yanıtı içeren iki sözcük.

Ve ardından, bu iki sözcüğe yönelik ‘yanıt’ niteliğinde, yine tam sayfa bir ilân. O da iki sözcükten ibaret, fakat anlam çok farklı –  “Olmasaydın da olurduk” anlamına geliyor. Yani : “Mustafa Kemal Atatürk diye biri olmasaydı bile, biz bugün yine de olurduk” anlamında. Ancak, bu ikinci ilânda bir sözcük eksik. Okurların : “Peki nasıl olurduk?” şeklindeki olası sorularının yanıtı için rehber olabilecek bir sözcük, ilânda, en azından çok ufak puntolu bir dipnotuyla verilebilirdi. Neyse, o eksikliği de ben gidermiş olayım. O sözcük, şu – eksiklik tam giderilmiş olsun diye mahsus büyük yazıyorum:

"SEVR..."

Sevr, bir antlaşmanın adı. I. Dünya Savaşı’ndan sonra, savaşın galibi itilâf devletleri ile savaşta yenik düşen Osmanlı İmparatorluğu arasında 10 Ağustos 1920 tarihinde Fransa’nın Sevr (Sѐvres) şehrinde imzalanmış. Savaşı kazananların Osmanlı İmparatorluğu’nun ‘artıkları’ için nasıl bir ‘oluş’ ve ‘gelecek’ öngördükleri, bu antlaşmada madde madde sıralanmış.

Örneğin ‘Osmanlı ülkesi’, İstanbul üzerindeki sınırlı bazı haklar ile Ankara ve çevresindeki avuç içi kadar bir toprak parçasından oluşacak. Sınırlar, galiplerce her zaman değiştirilebilecek. Türk hukuku ve idari düzeni hemen her alanda müttefikler tarafından saptanacak.  Osmanlı İmparatorluğu'nun askeri kuvveti, jandarma dahil 50.700 kişiyle sınırlı olacak ve ağır silahları bulunmayacak. Türk donanması tasfiye edilecek, Marmara Bölgesi'nde askeri tesis bulundurulamayacak, askerlik gönüllü ve paralı olacak, azınlıklar orduya katılabilecek, ordu ve jandarma Müttefik Kontrol Komisyonu tarafından denetlenecek. İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi silahtan arındırılacak, savaş ve barış zamanında bütün devletlerin gemilerine açık olacak; Boğazlar'da deniz trafiği on ülkeden oluşan uluslararası bir komisyon tarafından yönetilecek; komisyon gerekli gördüğü zaman Müttefik Devletler'in donanmalarını yardıma çağırabilecek. vb., vb. …

Bu birkaç örnekten de görülebileceği gibi, savaşın galiplerince bir zamanların Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine kurulan devlet, ancak kukla diye nitelendirilebilecek, ömrü pamuk ipliğine bağlı bir ucubedir. Sayfa boyu ilanlarda “Olmasaydı da olurdu”  diyen nitelendirilen kişi ise, “Sevr Antlaşması” adlı utanç belgesini yırtıp Milli Mücadele’yi başlatan ve daha sonra bir zamanlarki İmparatorluk enkazının yerine bağımsız Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurandır, yani Mustafa Kemal Atatürk’tür.

Ama şimdilerde bu Cumhuriyet’in kurucu belgesi olan Lozan Antlaşması ile neleri kazandığımız değil, fakat neleri yitirdiğimiz sorgulanmakta!

Hem de, iktidara geldiğinden bu yana bu ülkenin yakın tarihinden Atatürk’ü de, Milli Mücadele’yi de neredeyse bütünüyle silmek isteyen bir iktidar tarafından.

Shakespeare’in "Olmak ya da olmamak..." cümlesini biraz değiştirerek alıntılayalım mı?

"Olmak, ama nasıl olmak? Bütün mesele bu..."