OHAL, yasaklar ve dolar!
Olağanüstü Hal (OHAL) uygulamasının valilere tanıdığı yetkiler kullanılırken adil olmak, toplumda gerilimleri azaltır.
Yok, ‘ben tarafım’ diyorsanız, her türlü donanıma sahip olduğunuz yetkileri bir kesim üzerinde baskı unsuru olarak pervasızca kullanır nefes aldırmazsınız. Ama, hal böyleyken diğer kesimlere yönelik ılımlı tavrınız sürekli eleştiri konusu olur.
Tamda, böyle bir tablonun hakim olduğu kentlerden birinde yaşıyoruz.
Sosyal Demokratlar, demokratlar, ilericiler, devrimciler, sosyalistler ve komünistler basın açıklaması yapacaklarsa sudan sebeplerle ve sıkça da OHAL yetkileri gerekçesiyle engelleniyor.
Grev ya da direniş hakkını kullanan işçi sınıfı ve kamu emekçilerine müdahale olmasa bile aba altından sopa gösteriliyor.
Dolayısıyla, OHAL, en acımasız yüzünü gösteriyor muhaliflere…
Ama yandaşlara, iktidarın ittifak yapabildiği yapılara karşı OHAL uygulamaları böyle değil. Onlar, istedikleri yerde basın açıklaması yapabiliyor, gösteri ve yürüyüş için toplanabiliyor. Basın açıklamaları OHAL gerekçesiyle engellenmiyor. Sıkça da cami önlerinde yaptıkları basın açıklaması aracılığıyla camilere siyaset sokmalarına da göz yumuluyor.
OHAL, adı üzerinde ‘olağanüstü hal’, dolayısıyla kuralları varsa herkese eşit uygulama gerekir ki yapılan işlemin toplum yararına olduğu kabul görsün.
Mevcut uygulanış biçimiyle OHAL, ‘’bir kesim tarafından uygun görülen’’ ve de ‘uygulamalarıyla sadece bir kesime nefes aldıran’ zorlama hukuki çerçeve olarak anılıyor.
Kapsamındaki yasaklara bakıncada, hem yerelde hem de ülke genelinde iktidara muhalif tüm kesimlerin sesini kısmaya yönelik yasal düzenlemeler manzumesi olduğu anlaşılıyor, uygulamalarıyla da yaşanıyor.
OHAL dediler, normal hal unutuldu ya da unutturulmak isteniyor…
Oysa ki, bu hal, yani mevcut durum sürdürülebilir kılınmak için OHAL uygulamalarına daha çok uzun süreli ihtiyaç olduğu açıktır. İşte, asıl mesele, bu halin, OHAL gücüyle sürdürülebilmesidir.
Yasaklar da ne ki?
Aslında ‘vız gelir bize yasaklarınız’ demek temel yaklaşım biçimimizdir. Zaten özgürlüklerin kısıtlanmış olduğu bir kentte ya da ülkede, yaşamak bile yasaktır aslında.
Çünkü her şey sınırlanabilir hale getirilmiştir ve o sınırları insanlar özgür iradeleriyle belirlemez. Onların yerine, iktidar erkini elinde tutanlar, sınırlarını aşarak özgürlükleri belirlemeye yeltenir, ki bunun adı sıkıyönetimdir.
Ve de, tepedeki güce başka bir isim verilir. Ben demeyeceğim ama sizin gönlünüz ne istiyorsa o ismi verin…
Kentimdeki valilik kararını merak edenlere hemen ileteyim.
‘’Valilik makamının 4 Kasım 2016 tarih ve 2016/2214 sayılı kararı gereği 5 Kasım 2016 ile 31 Aralık 2016 arasında her türlü açık ve kapalı toplantı, gösteri yürüyüşü, basın açıklaması, çadır kurma, stant açma, benzeri eylem-etkinlikler yasaklanmıştır.’’
Yani denilen şu;
‘’Bu kentte, iktidarın uygulamalarına muhalif ses çıkmasına asla izin verilmeyecektir……’’
Peki ne yapacak kentin insanı?
Evinin önü kazılacak ve aylarca çukurlara düşmemenin gayretini gösterirken sessiz kalacak.
İşyerinde haksızlığa uğrayacak, iş akdi feshedilecek ama meşru direniş hakkını kullanıp işe geri dönme umudunu yeşertemeyecek.
Okulunda, üniversitesinde her şeye boyun eğecek uğradığı haksızlıklara ses çıkartamayacak.
Aç, susuz kalsa da muhataplarına isyan edemeyecek.
En zoru da, yaşadığı tüm haksızlıklara başkalarıyla birlikte güçlü biçimde bir karşı duruş gösteremeyecek.
Yani, kelimenin tam anlamıyla BİAT edecek…
Peki, bu güç toplumsal meşruiyet açısından kimden alınıyor?
Yüzde 50’yi bile bulmayan oyla iktidar olmuş AKP zihniyetinin dayattığı KHK’lar ve düzenlemeler, toplumun tamamını kıskacı içine alıp hareketsizleştirdikten sonra ‘’işte toplum bizi destekliyor’ diyerek aslında olmayan uzlaşı zemininden alınıyor.
Bu yolla sözde ‘dikensiz gül bahçesi’ yaratılıyor. Asıl amaç da, dış dünyaya ‘demokratik Türkiye’ mesajı verip, hem içeride hem de dışarıda insanların algısını değiştirmek.
Bir de dolar meselesi var ki, sormayın gitsin…
Ülkenin ekonomik açıdan sıkıştırılması sarmalını yırtmak için yapılan ‘yastık altındaki dolarınızı TL’ye çevirin’ uyarısını alan halkımız, önemli oranda buna olumlu yanıt vermenin gayreti içine girdi.
Ama, işin garip tarafı, tıpkı ülke genelinde olduğu gibi kentin zenginleri yani dolar rezervi bulunma ihtimali yüksek olan insanları değil de, yoksulu, esnafı ya da orta düzeydeki tüccarı bu çağrıya kulak verip seri biçimde adım atıyor.
Yani, dünya ve döviz karşısında bir kat daha yoksullaştırmayı sağlayacak bu sözde “milli duruş çağrısı”na aldanıp, “kendi ayaklarına sıkan mafya babalarına dönmek” konusunda sakınca görmüyor.
Böylece, emekçi ağırlıklı nüfus küçük bile sayılamayacak o birikimlerini sermayeye aktarmakta sakınca görmüyor. Sonuç olarak, bir dönemin işçi kenti, emekçi kenti, yeni yaklaşıma şapka çıkartan insanların kenti olarak anılır hale geliyor.
Yani, kentin yeni nüfus ve demografik yapısı oluşuyor. Kabulünüz müdür?