Ne korkunç bir başlık, değil mi ?
İnsan, ilk başta bir zamanların Nazi Almanyası’na, Adolf Hitler’in Cehennem İmparatorluğu’na, ya da Türkiye Cumhuriyeti’nde, 1980 faşizminin egemen olduğu yıllara ait bir haberi okuyacak.
Ama ne yazık ki öyle değil! Haber, en fazla iki hafta, iki Perşembe öncesine ait. Ülkenin – bundan böyle ne yazık ki ‘o üniversitenin saygınlığından’ söz ederken ‘bir zamanlar’ söylemini de kullanmak gerekecek! - , evet, ülkemizin bir zamanlar en saygın özel üniversitelerinden biri olan Bilgi Üniversitesi’nde geçiyor.
Adı üstünde : Bilgi Üniversitesi.
Yani: En temel işlevi bilgi araştırmak, bilgi üretmek, bu etkinlikleri öğrencileri ile birlikte gerçekleştirmek, sonra da böyle bir kutsal imece aracılığı ile kazanılan bilgileri sadece ülke düzeyinde değil, ama evren düzeyinde bütün insanlarla paylaşmak. Ve bu amacın yanı sıra, onunla atbaşı bir çaba yoğunluğunda olmak üzere, sözünü ettiğim imecenin olmazsa olmaz temel koşulu niteliğini taşıyan bir özgürlüğü, başka deyişle eleştirel düşünebilme ve düşündüklerini hiçbir erkin buyrukları ile sınırlanmaksızın dile getirebilme özgürlüğünü son sınırlarına kadar korumak.
Bu amacı paylaşmayan ve bu savaşımı göze almayan hiçbir kurum, kendini üniversite diye nitelendirme hakkına sahip olamaz.
İki hafta önce Bilgi Üniversitesi de bu hakkı, hem de düşünülebilecek en iğrenç eylemlerden birini gerçekleştirerek, yitirdi. Ülkemizde ne yazık ki sayıları gittikçe azalan gerçek bilim insanlarından Prof. Dr. Zeynep Sayın, bir muhbir-öğrencinin derslerde gizlice yaptığı bir bant kaydı kanıt sayılarak ve Cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla Bilgi Üniversitesi yönetimi tarafından görevinden alındı! Hem de hiçbir soruşturma yapılmaksızın, Prof. Sayın’a kendini savunma olanağı tanınmaksızın!
Kimdir ‘muhbir’, önce ona bakalım. ‘Haber’ kökünden gelen ‘haber veren kişi’ karşılığının yanı sıra ve olumsuz anlamda olmak üzere ‘muhbir’, çoğunlukla kendi kimliğini saklayarak, bir otoriteye biri veya birileri hakkında suç duyurusunda bulunan kişidir. Bu eylem, örneğin adaletin yerine gelmesi gibi soylu bir amaçla değil, fakat ihbar edilen kişiyi bir otoritenin gözünde karalamak, bununla eşzamanlı olarak da kendini ihbarda bulunulan otoriteye beğendirmek amacıyla gerçekleştirilir. Tarih boyunca muhbirlerin özellikle diktatörler tarafından desteklenmiş ve teşvik edilmiş olmalarının nedeni de budur. Örneğin Nazi İmparatorluğu’nun gerek kuruluş aşamasında gerekse sonraki evrelerinde Hitler, ‘muhbirlik kurumu’ndan en yaygın biçimde yararlanmış tiranlardan biridir. Naziler döneminde Alman toplumunda muhbirlik, özellikle ‘Hitler Gençliği’(‘Hitlerjugend’) diye adlandırılan Nazi gençlik örgütü üyelerinin kendi annelerini, babalarını ve başkaca yakınlarını rejime ‘Nazilere karşılar’ diye ihbar etmelerine yol açacak kadar yaygınlaşmış ve kökleşmişti. Bu arada Almanya’daki çeşitli üniversitelerde görevli bulunan ve hepsi de alanlarında dünya çapında birer otorite sayılan bilim insanları da muhbirlerin ‘üstün hizmetleri(!)’ sayesinde görevlerini, bazen de hayatlarını yitirmişlerdir.
Bu yapısıyla ‘muhbirlik’ ve ‘ihbar mekanizması’ bir toplumun ahlaki DNA’sını bozabilecek en ciddi tehlikelerden biri olma niteliğini taşımaktadır. Çünkü böyle bir DNA bozukluğunun yıkıcı etkilerini bir toplumdan temizleyebilmek çoğunlukla yıllar almaktadır.
Bu gerçekler göz önünde tutulduğunda, Prof. Dr. Zeynep Sayın’ın bir ihbar sonucu üniversite yönetimi tarafından görevinden alınması, bu eylem sırasında üniversite yönetiminin de kendini hem savcı hem de yargıç yerine koyup tam bir yargısız infaz gerçekleştirmesi, ülkemizdeki bütün üniversiteler açısından tehlike çanlarının çalınması anlamını taşımaktadır. Her şeyden önce, olayın üzerinden neredeyse iki haftanın geçmesine rağmen Bilgi Üniversitesi’ndeki bir avuç akademisyenin dışında hiçbir üniversitenin ve akademisyenin ses çıkartmamış oluşu, doğrudan üniversite yönetimlerinin ve akademisyenlerin nasıl bir sindirilmişlik atmosferi içersinde çabalayıp durduklarının en somut göstergesidir. Çünkü bu atmosfer, ancak içindekilerin mevkileri ve unvanları ne kadar dipsiz bir aşağılanmışlıkla ellerinde tutabildiklerinin en güçlü kanıtıdır.
Böylelerinin yalnızca gerçekler temelinde inşa edilebilecek bir dünya olan bilimin dünyasında hiçbir yerleri olamaz. Özü bilim üretimi olan üniversite kavramı ise böylelerinin elinde ancak iğrenç bir üniversite yalanına dönüşebilir.
Prof. Dr. Zeynep Sayın, P24 için kaleme aldığı “Öğrencim Muhbirmiş” başlıklı yazısını Tezer Özlü’den yaptığı bir alıntı ile noktalamış: “Tezer Özlü ne demişti, burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin memleketi.” Sayın, aynı yayın organında çıkan “Düşünsel iade-i itibarımı istiyorum” adlı yazısını da şu sözle bağlamış: “Benim düşüncelerim yanlış ya da eksik olabilir. Ama memleket, düşünceyi imha ettikçe, kendini yok etmektedir. İktidarın dili dışında rüyalara da izin vermelidir.
Düşünsel iade-i itibarımı, imgemin iadesini istiyorum.”
Evet, asıl korkutucu olan da işte budur: Bu ülke, düşünceyi imha ettikçe kendini yok etmektedir. Bu gerçeğin bilincine varabilenlerin sayısı ise sanki gittikçe azalmaktadır. Ben de kendi yazımı, Ferzan Özpetek’in “Karşı Pencere” adlı filminden bir alıntı ile noktalamak istiyorum: “Körlerle dolu bir ülkede bizden bakışlarımızı çaldılar…”