Değiştirmek, dönüştürmek, varolanın nasıl değişip dönüştüğünü anlamaya ve buradan “olanak” ve “olasılıklar” çıkartma yeteneğine bağlıdır. Eğer konu toplumsal ilişkilerse, toplumun ne yönde değişmeye başladığına, ya da, dönüşümün önünü nelerin tıkadığına.
Kuramla ilgili okuyucu, yazının konusunu hemen anlamış olmalıdır: Yapı ve özne ilişkisi.
Konu nedir, Türkiye’yi, bölgeyi, nihayetinde de, dünyayı dönüştürmektir. Elbette, Türkiye’nin dışına çıktıkça, diğer dönüşüm yanlıları da sahneye girer. Burada önemli olan, sadece Türkiye’yi dönüştürmek isteyenlerin bile, bir bölge ve dünya içinde hareket ediyor olduklarını, kendi dar dönüşüm hedeflerinin, ancak bu geniş çevre içinde anlamlı olduğunu görmeleridir. Herkes kendi ulusal çerçevesinde çalışsın, bu tek tek çabalar nihayetinde bölge ve dünya dönüşümüne yol açar varsayımında bulunmak, bütün ve parça ilişkisini anlamamak demektir. Diğer parçalarla eş zamanlı ve eş güdümlü olmak gerekir.
Öyleyse, varolanın bizim dışımızda nasıl dönüştüğü, bir de, bu varolan neyse, onun hangi bütünün parçası olduğuna bakmak gerekir.
Ele aldığımız konu demek ki, politika ile felsefe arasındaki karmaşık ilişkiyle ilgili.
Lenin, her felsefi tartışmanın politik sonuçları vardır diyordu. Zaten Lenin’i anlamak da, her şeyin başında, teori ile politika arasındaki ilişkiyi anlamak demektir. Bu ilişki, yukarıda belirtildiği gibi, özneyle yapı, bir de, parçayla bütün ilişkisini anlamak demektir.
Türkiye “nereye”, “nereye gidiyor” soruları, en azından benim bildiğim kadarıyla, 1980 sonrasında sıkça “kalıp” halinde sorulmuştur. “Nereye gidiyoruz” sorusunu şimdi, tekrar sormak gerekir. Ama, nereye, ama kimlerle, hangi yönde, hangi parçalarla, hangi bütün içinde diye ekleyerek?
Artık kesin hale geldi ki, Türkiye, tarihsel sorunlarını kendi içinde çözebilme olanağına sahip değildir. En önemli sorunu Kürt sorunudur, ama bu sorunu aynı zamanda bölgeseldir. Diğer sorun, din ve laiklik sorunudur ki, bu sorunun da, sadece iç değil, dış bağlantılarla dolu olduğu görülüyor. Ermeni sorunu ya da “sözde soykırım” sorunudur, bu da Türkiye’nin kendi içinde çözebileceği bir sorun değildir. Daha küçük gibi görülen “Kıbrıs sorunu” da, içinde neredeyse tüm büyük güçlerin olduğu, Türkiye’yi aşan, çetrefil bir tarihi ve coğrafi sorundur.
Parça-bütün ilişkisini en azından “mekansal” düzeyde, anlayabiliyoruz. Ama, özne-yapı ilişkisini daha da açmak lazım.
Yukarıda saydığımız temel ve tarihi sorunların hem ortaya çıkışı, hem de hastalıklı biçimde gelişmesi, milli devletin ilk gelişim dönemlerinin bir mirasıdır. Milli ve müslüman kapitalistler hakim sınıf olarak geliştikçe, geliştirildikçe, elbete, “Ermeni sorunu” da, “Kürt sorunu” da olacaktı. Bir “Rum sorunu” ifadesine gerek duyulmamıştır. Bu sorun mübadeleyle çözüme kavuşmuştur. Ama, bu sorunla akraba diğer sorun, “Kıbrıs sorunu”, başka türlü, başka bir konjonktürde ortaya çıkmıştır. Nedeni ise, esas olarak Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonunda yaptığı seçimdir. Bir NATO üyesi olarak Türkiye, görüntüye bakılırsa, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “garantörü” olma “hakkını” kullanarak, adaya askeri müdahalede bulunmuştur. Garantörlük kurumunun varlığı, Kıbrıs’ta yaşanan iç savaş ve müdahale eden garantör Türkiye’nin aynı zamanda NATO üyesi olması, ayrı tartışma konularıdır.
Yukarıda “özne-yapı” ilişkisini daha da açmak lazım derken, bu çetrefil teorik soruna yine teorik bir açıklama getirmiş bulunuyoruz. Bu ilişki, aslında, öznelerin, öznelerle, özellikle de, zayıf öznelerin, güçlü öznelerle kurduğu ilişkidir. Açıkça yazalım, bizim gelişmekte ve geliştirilmekte olan kapitalistlerimiz, doğal olarak, baştan itibaren, Avrupalı, Amerikalı büyükleriyle hareket etmişlerdir. Onların çıkarlarıyla uyumlu olarak çıkarlarını tanımlamışlar, onların jeopolitik, jeostratejik planlarına uyum sağlamaya çalışmışlardır. NATO Türkiye’ye ne rol biçtiyse örneğin, o rolü oynama çalışmışlardır. Özneler arasında elbette her zaman pazarlık, müzakere vardır. Ama, bu “pazarlık gücü”ne göre olabilir ancak. Pazarlık gücü artarsa, “kafa” tutulabilecektir. Ama, kafa tutmanın kafa tokuşturmaya kadar ilerlemesi için, “pazarlık gücünün”, gerçek anlamıyla bir “pazar gücü” olması gerekir.
Yapı-özne, parça-bütün ilişkileri kapsamında bakıldığında, “Türkiye nereye gidiyor?”.
Küresel bağlantıları bir hayli gelişmiş bir sermaye sınıfı olan, dış sermayeye eskisinden daha fazla ihtiyaç duyan bir Türkiye, ulusal “sermaye birikimi” sürecinin çoktandır dışına çıkmıştır. Bu sermayenin hakim olduğu politika, sadece küresel bağlantılar değil, bu bağlantıları daha kolay kurabilmek için, bölgesel bağlantılar kurmak zorundadır. Özal hükümetlerinden bu yana, Türkiye bu çabanın içindedir. Fakat, son dönemde, bölgesel bağlantı kurmanın ötesine geçilmiş, bölgesel nüfus alanları yaratma, Türkiye’ye tabi komşu rejimler kurma teşebbüslerinde bulunulmuştur. “Pazarlık gücü”, doğrudan “pazar” kurma amacına yönelmiştir. Bilindiği gibi, bu pazarlık ve pazar kurma girişimlerinde, dini ve mezhepsel bağlantılar “yumuşak güç” ögesi olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Ama, bu türden bir gücün, başkalarında da olduğu, görülememiştir.
Özneler hangi öznelerle, hangi parçalar hangi bütünün içinde, hareket ediyor?
Türkiye bir tarafta Avrupa-ABD, diğer deyişle Atlantik Bloku’na bakıyor? Yanında Suriye ile İran’dan başlayıp Rusya ve Çin, Orta Asya ve Hindistan’ı içine alan aynı büyüklük ve güçte başka bir birlikteliğe de.
Bir o, bir bu tarafa bakarken, hemen yanında bir parça daha Kürt devleti kurulmakta olduğunu da görüyor. Kendi Kürtler’ine bakıp, müzakere ederek onları yanında tutmaya çalışıyor. Diğer Kürtlere bakıyor, kendi Kürtler'ini düşünüyor. Kendi Kürtleri’ne bakarken, diğer Kürtler'i düşünüyor. Dostluk mu, düşmanlık mı, işbirliği mi, müzakere mi, hangisi daha doğru, karar veremiyor.
Türkiye baktıkça aklı karışıyor. IŞİD’e bakıyor, Afganistan’tan Fas’a, Libya’dan Nijerya’ya geniş bir alanın içine girdiğini hissediyor. Ama, hangi bütünün parçası olduğunu anlayamıyor. ABD ve Avrupa, İran’ı küresel sisteme tekrar dahil ediyorlar. Türkiye bir taraftan yeni ticaret olanaklarına bakıyor, bir taraftan da İsrail ile Suudi Arabistan’ın tepkilerine.
Türkiye güney sınırlarına bakıyor. IŞİD’i, Esad’ı, PYD’yi görüyor. “Zoom” yapıyor, bir kat daha fazlasını görüyor. Sınırlarını korumaya çalışıyor, duvar çekmek istiyor. Öte tarafa geçip güvenli bölge kurmak istiyor. Sınırından karşı tarafı bombalarken, İncirlik’ten bomba yüklü Amerikan uçakları havalanıyor.
Türkiye’nin yöneticileri, sermayedarları, kimlerle pazarlık yapacaklarını, kimlerle ittifak kuracaklarını, ileride kimlerle pazar olacaklarını anlayamıyor. Parça-bütün ilişkisi daha da karmaşık hale geliyor.
Özne-yapı ilişkisi, öznelerin daha güçlü öznelerle ilişkisi karmaşıklaşıyor.
Türkiye’nin bizzat kendisinin olan sorunlarının çözümün, Türkiye’nin dışında karara bağlanmakta olduğu anlaşılıyor. Çünkü, özne olarak zayıftır, buna rağmen büyük öznelerle aynı çatışma ortamına girmiş, savrulmuş, ya da büyük özneler tarafından bu ortama sokulmuştur.
Türkiye “nereye gidiyor”? sorusu, Türkiye tarihi ve coğrafi sorunlarını nasıl çözecek sorusuyla aynıdır. Bu soru, şu sorulara yol açar: Türkiye hangi bütünün parçası olacak, bulunduğu yeri değiştirecek mi? Ya da, Türkiye, kimlerle birlikte yürüyecek? Başlangıç sorusu, bolca, birbiriyle ilişkili yeni soruya yola açacaktır. En önemlisi şudur: Türkiye sınırlarını koruyabilecek mi? Sınırları değişecekse, genişleyerek mi, küçülerek mi olacak bu değişim?
Bu soruların muhatabı her şeyden önce Türkler, Kürtler, Bağdat, Esad ve İran’dır. Küçük öznedirler, ya kendi içlerinde birleşir, bölgesel bir bütün oluşturur ve büyük güç olan Rusya-Çin’i yanlarına çekerler,
Ya da, ABD-AB-İsrail’in stratejilerine tümüyle boyun eğip, bu özneler nasıl bir yeniden düzenleme yapacaksa, o düzenleme içinde yer alıp kendi kaderlerine razı olurlar.
“Nereye gidiyoruz” sorusu, “kimlerle, hangi parçalarla, hangi bütünü oluşturacağız” sorusudur.
Kimlerle birlikte, nerede?
Burada, dört parça Kürtlerle birlikte! Büyük bir Türk-Kürt Birliği kurmaya çalışarak. Küçük özneleri büyük özne haline getirerek. Karşıdaki büyük özneleri küçülterek.