Basından medyaya
“Basın”dan “medya”ya geçtiğimizden beri “medya” üzerine binlerce tartışma yapıldı. Artık çeşit çeşit kolları da var. Sanalı, sosyali, görseliyle acımasız bir bombardıman altındayız. Bu öyle bir bombardıman ki “medya” yalancılık işlevini yürütürken “belleksiz” insanlar olmamıza her zamankinden daha çok güvenmeye de başladı. Oysa basın zamanında “hayat” günü gününe arşivlenerek bir tarih olurken medya bütün hızıyla bu tarihi her gün buharlaştırıyor. Neyin, nasıl yaşandığına tanık olan bilinçli özneler değil, tanıklık mesafesini yitirmiş ve medyanın içinde kaybolmuş gündelik birer “hayat”ız.
Daha dün gibi İsrail'in Gazze saldırısı değil mi? Suriye'de oğlu askerde diye bir annenin ve kız kardeşin kafası kesileli yıllar yıllar yıllar mı oldu? Libya'da NATO kaç yüzyıl önce hastane bombalamıştı? Peki bu uzuun yılların bir “arşiv”ini tutmaya kalktınız mı? Kalktıysanız ne kadar tutabildiniz. Basın “tarih” demek, “yazı” demekti, medyaysa küresel şirketlerin “tarih yazdığı”, reklam dilinin gündelik bir dile dönüştüğü zamanların belleksizliği demek. “Özgür medya”, özgür basından daha başka bir olgu olarak karşımızda. Nedir o?
Şirket demokrasisiyle medya
Dünyanın herhangi bir kapitalist ülkesinde bir medya; haftalık, olabildiğince niteliğin gözetildiği bir ek veriyordur. Bu ekin de “sponsoru” uluslararası bir iletişim şirketidir, diyelim. Böyle bir şirketin medyanın ekine yaptığı katkı kendisi için çerez türündendir. Gel zaman git zaman, diyelim gazetenin bir köşe yazarı bu şirketin uluslararası ilişkilerinde oynadığı role, politik ilişkilerine, patronunun elinin kolunun uzandığı siyasi işlere dair bir yazı yazar. Şirket hemen ertesi gün ekle olan sponsorluk anlaşmasını bitirir. Yazar haksızlık mı etmiştir? Büyük olasılıkla hayır. Şirket zaten bir açıklama yapma gereği de duymaz. Yazılanlar kendisi için dünyada zaten yazılagelmiş bilgilerden de ibaret olabilir. O parayı verdiği sürece “haber”lerin de sahibidir. Şirket demokrasisi, kapitalist demokrasinin sınırları buraya kadardır. Gazetenin ve yazarının özgürlüğü sermaye diktatörlüğünün “demokratik” sınırlarıyla belirlenmiştir. Yazar bu kez kurtulmuştur ama ek bütçe bulunamadığı için kaldırılır, ekte çalışan emekçilere yol gözükür. Bu anlatılana benzer binlerce örneği her gün görebilirsiniz.
Belirsiz kapitalist ülkeden kendi ülkemize geldiğimizde gördüğümüz de medyanın patronuna her gün fırça çeken başbakandır, politikacılardır hepsini geçelim iktidar yandaşı medyacılardır. Hadi bizde siyaset-medya ilişkisi bu hale gelmiştir, “demokrasisi gelişmiş” ülkelerde durum pek mi farklıdır, oralarda medya daha mı özgürdür? Hayır. Kapitalist ilişkiler ağı küreseldir, aradaki fark küçüktür. O ülkelerin başbakanları “Eyy gazete patronu” diye bağırmaz belki ama gizliden gizliye “piyasa” ilişkilerini kullanarak “medya”nın ağzını kapatmayı bilir. Kapattı ve bu ilişkiler ağı bir zaman sonra gerek o politikacının gücünü kaybetmesi, gerek iktidar çevresinden uzaklaklaştırılmış medyacının itiraflarıyla ortalığa döküldü, ne olur? Başbakan çıkar reddeder ya da etmez; özür diler. Ne olur? Hiçbir şey olmaz. (Medya basınken en azından arşivde kalacak bir utanç bulunurdu.) Aynı medya bu “suçu” bir hafta içinde unutturmayı becerecektir. Onun görevi budur ve sıradan, iyi insanların arşivlerle oyalanacak zamanı yoktur. Yeni medyanın keşfi budur. Bir bellek oluşturucusu, gündelik tarihin kaydedicisidir ama işini yapmasının ölçütü bizi ne kadar iyi tarihsizleştirdiğidir. “Özgür medya” bir mavaldır. Birkaç insan hakkı haberi bu yeni keşfini gizlemeye yetmiyor. Roboski haberleri ya da Gezi'deki halleri, “Alo Fatih'ler” sahi kaç kaç yüzyıl geride kaldı?
Ya interneti, sosyali...
Bugün internetin gelişmesiyle, çeşitli ve nispeten bağımsız haber kaynaklarına yaslanarak habercilik veya yayın yapan bir medya vardır ve bu elbette eskiye oranla çok daha iyidir. Yine de bu medyaya erişmek ve kullanmak “sıradan, iyi insanın” yapabileceği bir edim değildir. Erişse bile bu olanağı “alternatif” yayın için kullandığı pek bir şüphelidir. Ülkemizde internet kullanım alışkanlıkları istatistiklerine baktığımızda da bu açık bir şekilde gözüküyor. Farklı bir bilgiye ulaşma amacıyla kullanım sıfırın biraz üzerindedir. Yine bu araştırmalar gösteriyor ki sanal ve internet medyasında da en çok ziyaret edilen medya siteleri, hâkim ve merkez medya diye adlandırılan medyaların siteleridir. Kısacası insanlar çoğunlukla “farklı”ya ulaşma gereksinimi -ulaşma olanağı olsa bile- duymamaktadır. Bu oranlar biraz değişmekle birlikte “gelişmiş ülke” internet kullanım alışkanlıklarında da gözlemlenmiştir. Demek ki sorun; medyanın bağımsızlığının yanında, bu medyanın yarattığı tarihsizlikle “iyi, tarafsız ve tarihsiz insanı” yaratabilmiş, koşullayabilmiş olmasındadır. Bütün medya her zamankinden daha çok “gerçeğin devrimci” olduğunun bilincindedir ve bunu başarabilmek için de en çok insanların “gerçek”lerden kaçma yetisine güvenir. “Gerçekler bir tık uzağınızda” der ama bunu ona dedirten “hiç kimsenin tıklamayacağını” bilmesidir.
Sermaye diktatörlüğünün özgür basını öyle veya böyle tarihin bir kaydını tutup onu bu bilginin ışığında inceleyecek bazı insanlar için “tarih yazarken” özgür medyası artık bu tarihin “kişiselleştirilip” buharlaşması için çalışır. Sonuçta yalan diktatörlüğünün birer zombisi haline geldik. Bu medya ise “yumuşak doku”yla beslenen biz zombilerin önüne beyinler atan zombi terbiyecisidir. Sirk nerede mi diye soruyorsunuz; sormayın.