Mesele güven verebilmekte

Yirmi gün önceki Suriye Sınırı yazımda Türkiye’nin mali sermayeye son on yıldır kazandırdığını artık kazandıramayacağının belli olduğunu söylemiştim. Bunun sınırları henüz belirsiz bir AKP diktatoryasının Ortadoğu macerasına daha fazla batmasının sermaye düzeni nezdinde kredi açma tehlikesinin altını çizmiştim. Mesele “tehlikenin farkında mısınız?” diye bağırmak değil. Yapmamız gerekeni yapmak için fazla vaktimiz kalmadığını belirtmek.

AKP düzeninin, ilk on yılının aksine, artık ara sınıflara “korku ve tehdit”den başka verecek bir şeyi olmadığı ortaya çıkıyor. Mesele, ‘biz bu sürece beraberce dur deriz’ güvenini verebilmekte. Haziran’da buradayım diyen emekçi halk kesimlerinin bugün tabiri caizse “öncü beğenmez” bir halde olmasının güçlü gerekçeleri var. Bir kısmının düzenin ideolojik ve (geçmiş) iktisadi başarılarından, azımsanmayacak diğer bir kısmının ise teorik ve tarihsel temelleri sağlam, fakat politik kavrayışı gıcırdayan Türkiye Solu’nun bu “güven” sorununu bir türlü aşamamış olmasından kaynaklandığını düşünüyorum.

Yazının sonunda ‘bu güveni niye veremiyoruz?’ sorusu üzerine yürütülebilecek bir tartışma için birkaç not var. Ama, buna karşın diye başlayacak kayıtlar koymak tabii ki mümkün. Böyle ikili cümleler kurup ortaya çıkan gerilimi “çözüm sosyalizmde” diye bağlayan siyasi makalelerin kalıcı ve etkileyiciliğinden ciddi şüphelerim bulunuyor. Bunu geçmişte çok sık yapmış biri olarak bugün atılım arayan herkesin affına sığınıyorum.

Tezlere geçmeden son bir not da geçen hafta yayınlanan Yolsuzlukların bir uç yorumlaması yazım üzerine: Bu yazı tahmin edebileceğiniz gibi bir köşe yazısı sayılmaz, bir dergi makalesi olarak geçen yaz kaleme alındı.  Aradan geçen sürede eskimediğine karar verdim. Hatta aynı günlerde yazılan Doğan Ergün ve Can Soyer yazılarıyla aynı doğrultuya işaret etmesi de bence basit bir tesadüf değil.

Yazının gündeme getirdiği güncel soru şöyle formüle edilebilir: RTE ve “varlık yöneticisi” ekibi, Reza Zarrab gibi para kaynakları (veya kanalları) bulmaya devam edecekler midir? Yoksa Ortadoğu para trafiği, petrolün ucuzlayıp maliyetlerinin yükselmeye başladığı bir dönemde RTE’nin bir çıkmaz sokağa girdiğine karar vermek üzere midir?

Buna yanıt vermek için yazıda geçen bir anket sonucunu affınıza sığınarak tekrar edeyim. Yaklaşık Gezi Ayaklanması sonrasındaki 12 aya denk düşüyor. Durumun bundan sonraki dönemde, yani son bir yıldır hızla daha da kötüleşmekte olduğunu hatırlayalım. OECD ülkeleri içindeki en kötü sonuç bu: Türkiye’de çocuklu ailelerin yüzde 50'si, çocuksuz ailelerin ise yüzde 40'ı, son 12 ay içinde ailelerinin ihtiyacı olan temel gıda maddelerini satın almaya paralarının yetmediği zamanlar olduğunu belirtmiş.

Lanet olsun böyle halk düşmanı bir iktidara. ‘Vatandaşın yarısını aç bırakmak’ mecaz değil bu ülkede! Dolayısıyla Zarrab gibiler fonlamaya devam edecekler mi sorusu, anca birkaç mevsimlik bir sorudur. RTE klasik bir Ortadoğu diktatörü görüntüsünde sadeleşmektedir. Ülkenin tarihsel mirası, toplumsal kültürel dokuları, vs. Irak ve Suriye’deki gibi katledilmeyecekse, seyirci kalmayacaksak, buradan bir devrim çıkarmak boynumuzun borcudur.

Uzattım, Vedat Türkali’nin 1500 sayfalık dev eseri, böyle özetlediğim için affetsin, partisini arayan nesillere artık “Güven” verilmesi fikrini çağırır. Haziran Ayaklanması, sorunu apaçık ortaya koymuştur. Sokakta şimdilik güven duyulacak bir öncülük bulunamamıştır.

1) Komünist olmak, sosyalist devrimci olmak, iyi insan, iyi örgütçü, güvenilir lider olma garantisi vermez. Türkiye’de solcu solcunun kurdudur, çünkü sayıları artma eğiliminde olan solcu kümeler, birbirlerini solun ortak çıkarlarına aykırı davrananlar olarak tanımlamaktadır. Bu basit bir “eski solcu” huysuzluğu değildir. Sol kültür, kolektif bir eşiği aşarak grupçuluğu terk etmeli, iş bazında dayanışmayı ve kendine güvenmeyi öğrenmelidir. Herkes kendi “kalite”sini, “birikim”ini, “teorik hattı”nı, “devrimciliği”ni marka veya lisans beyanıyla değil, işe öncülük edebilme kapasitesini dosta düşmana göstererek ıspatlamalıdır. Halbuki hâlâ, 2013 sonrasında bile çoğu sol çevre, “patent” peşindedir. Solun, işçi sınıfının veya halkın kolektif çıkarlarının ne olduğu, bu kadar da afakî bir tartışma olamaz! Bir yerden sonra bu işin içinde düpedüz kötülük olduğu kesindir!

2) Yaşı ilerlemişler daha iyi bilir: “Bu işleri biz biliriz, yanlış yoldasınız” görüşü ve bu görüşe dayandırılan siyasi aktivite, en masum noktalarda bile  halkın geniş kesimi tarafından kokusu kolayca alınan bir kibir salgılar. İnsanlar, aptal, güdülen, kandırılan yerine konulup öğüt ve çağrı almaktan hoşlanmazlar. Gündelik hayat, emekçiyseniz yeterince zor bir savaştır zaten. Kürtseniz, kadınsanız, engelliyseniz hele, içinizden bu propogandistlere derslerini vermek geçer, omuz silker, geçer savaşınıza devam edersiniz.

3) “Sol çevre”olarak kalmak işine gelen, fazla risk almadan bir “patent” tutan herkes, bilinçli veya bilinçaltı örgütsel normlarıyla kadro öğütmektedir. Marksizm, hem köken, hem yöntem olarak devrimcidir, krizlerin kapitalizme içkin olduğunu ıspatlamıştır. Bunlar tamamdır ama devrimcilere bir başarı ölçütü vermemiştir mi sanırsınız? Onlarca yıllık yerinde sayma, gerileme dönemleri, toplumsal psikoloji vaka çalışmalarında anlatılan türden her klübün kendi “Aziz Yıldırım”larını çıkarır adeta! (Özetle, büyükleri bilmeyiz ama küçük dağları şefler yaratmıştır…)

Gerçek başarı, yani siyasette işçi sınıfının tarihsel çıkarlarından taraf olanların, halk adına söz söyleme hakkı kazanması gündeme geldiğinde, bu garip harita bir anda dağılıp yeniden kurulacaktır.