Yine mi aynı hikaye demeyecekseniz, yinelemekte yarar var: Hitler’in “hukukçusu” Carl Schmitt’in teorisinin özü de sözü de “yaratılmış düşmandır”. Onun temel tezinin yenilgiye uğramış pratiği, içeride ve dışarıda “düşman” yaratmak, onunla “mücadele” ederek iktidar olmak, fetihçi bir anlayışla, kanlı bir şekilde kanıtlandığı gibi kıyımlarla, yeni düşmanlarla bin yıla uzanmaktı.
Schmitt, eserlerinde “düşman” ve “mücadele” kavramlarıyla ölüme giden yolun, politikanın teorisini yapmış, “İstisna’nın” “haklılığını” olağanüstü halin olağanlaşmasının kaçınılmazlığını söylemiş, yazmıştır. Günümüzde bu tezlerin allanıp pullanmasının uluslararası ölçekte bir anlamı, hedefi olsa gerektir.
Çaresiz kapitalizmin kurtuluşu zorbalıkta aramasının işareti olabilir mi?
***
“Saf dinsel, saf ahlaki, saf hukuksal ya da saf ekonomik saiklerle yürütülen bir savaş mantığa aykırıdır.” diyen de yine Carl Schmitt’tir.
Oysa biz bu kategorilerin dışına çıkan, ölümü, öldürmeyi kabul etmeyen, sömürüyü ortadan kaldıracak yöntem ve olanaklara sahip bir mücadeleden yanayız. Kısacası, sosyalistler insanlarla değil, sistemi zorla ayakta tutan siyasetle, sömürünün kendisiyle, mekanizmasıyla mücadele ederler; bunun için iktidar olmak ister, iktidara giden yolun anlarla somutlaşan, mücadeleyle gelişen bir süreç olduğunu da bilirler.
İktidar değişikliği ise ancak ve ancak halkın çoğunluğunun desteği ile gerçekleşebilecek bir iştir.
***
Tamam, işte “tam burada açık bir nokta var” diye itirazlar yükselir: “Nazilerin seçimler yoluyla iktidara geldiklerini inkar mı edelim?“ Hayır etmeyelim de, o seçimlerde yalandan ve demagojiden arındırılmış gerçek niyetlerin değil, baskının, zorbalığın eşliğinde Hitler’in, Yahudi ve insanlık düşmanı Kavgam zırvasının oylandığı söyleyelim.
Bizim sorumuz ise şöyledir: Seçimler haklılık kazandırır mı haklı olmayana? Yanıt işte burada gizlidir. Sömürü hak değildir, insan hakları oylanamaz. Öyleyse soyut seçimden, seçimlerden değil; tam yeridir o kuşkulu kavramın, “demokratik”, gerçek temsile dayanan seçimlerden söz ediyoruz biz.
***
Taktın sen de ama Carl Schmitt’e diyorsanız, şu günlerde pek çok ülkede karanlık mahfillerde, Avrupa’da, Okyanus ötesinde, Think Tank kılıklı kuruluşlarda ciddi ciddi Carl Schmitt çalışılmakta, yerel ve dinselleştirilmiş anlamıyla, yani dini içeriğiyle “milli” uyarlamalara kafa yorulmaktadır. Ve biliyoruz onlar icin sorun iktidar olmak değil, geleceği önceki 1000 yılın karanlığında ebedileştirmektir.
Karamsarlık ağır basıyor bu sözlerde, ama zıddı da içinde değil mi?
***
Metin Çulhaoğlu’nun İleri Haber’deki “Bir dönem tesbiti...” yazısından yola çıkalım: “Dünya, bir zamanlar ‘veri’, ‘temel’ ya da ‘eşik’ sayılanların hepsinin yeniden üretilmesini gerektiren bir dönemden geçmektedir ve sosyalistler de kendi ‘özel’, ‘ayrı’ ya da ‘radikal’ önerilerine bu yeniden üretim sürecinde ayırt edilebilen bir içerik ve kimlik kazandırmak zorundadır. (...) Yeni dünya düzeninin hep geriyi, daha geriyi zorlayan hamleleri, kapitalizmin en gelişmiş merkezlerinden ‘çevre’ ülkelere kadar her yerde dün ‘naif’, ‘ütopik’, ‘geri’, ‘reformcu’ vb. denilip geçilebilecek tepkilere ve yönelimlere özde anti-kapitalist potansiyel taşıyan bir nesnellik kazandırmıştır.”
Benim özetim, ne kadar uğraşsa da şiirini öldüremeyen şairin dediği gibidir: “Ölüyoruz, demek ki yaşanılacak.”
***
Yaşanılacak da, Marx’ı, Marksizmi sessizlikle boğmak, içini boşaltmak isteyenlere, “bıktık sizin Marx alıntılarınızdan” diyenlere hiç aldırmadan Marx okumak, aktarmak, alıntılamak, günün sorunlarına o büyük külliyatta çare kıvılcımları bulmak, gerçekçi bir gözle Marx’a dönmek pek yerinde bir iş olmaz mı?
Carl Schmitt benim canımı sıkıyor ve güncel nedenlerle taktım ben ona. Peki “bıktık şu Marx alıntılarından” diyenler niye böyle takıntılı ki?
Bir şeyler mi gelişmeye başladı hayatta, hayatımızda?
Bu mudur onlara dokunan?