Leninizm ve güncellenen TSE standartları
Yeni bir hakikatin şafağında olduğumuz bu konjonktürde sınıfın partisinin eylemde, örgütlenmede ve politika belirlemede sınıf yerine başka öznelere öncelik tanıması tarihin affetmeyeceği bir hata olacaktır.
Türkiye’de sol çevrelerin nevi şahsına münhasır bir jargonu vardır. Bu jargona ait kavramlardan biri de “TSE” standartlarıdır. TSE’den kasıt elbette ki “Türk Standartları Enstitüsü”nün belirlediği standartlar değildir. Özellikle sendikal harekette yer almış memleket solcusu TSE standartları bahsi geçtiğinde, TSE’nin “Tunceli-Erzincan-Sivas” olduğunu bilir. Bir dönem, siyasî yapılarda yetki ve sorumluluk alırken bu standartlara sahip olmanız avantajınızaydı.
Tarihsellik içerisinde sol özneyi oluşturan parametrelerde de bir takım değişiklikler oldu ve artık TSE standartlarının güncellendiğini, solda siyaset yapmanın ölçütü olarak yeni standartların, parametrelerin belirlendiğine şahit olmaktayız.
TSE standartlarının senelerce Türkiye’de sol ve sendikal hareketlerde etkin olması, örgütsel işleyişin kimi zaman “hemşehricilik” başta olmak üzere, benzer feodal ilişki ağları üzerinden kurgulanmış olması, solun Türkiye’de yaşadığı tıkanıklığın nedenlerinden birisidir. Her ne hikmetse sabah akşam “post-modern” kimlik siyasetini mahkûm eden solun, kimlik siyasetinin en gerici haline senelerdir katlanması kabul edilebilir bir durum değil. Hali hazırda şan, şeref, itibarla ilişkilendirilen belli bazı yerelliklerin bir de “devrimcilik”le de taçlandırıldığı zaman solcular tarafından rağbet görmesi sık karşılaştığımız bir şey. Daha doğrusu bir “şeydi”. Etkisi hâlâ olmakla birlikte bu durumun son dönemde birazcık değiştiğini görüyoruz.
Özellikle Haziran’dan bu yana TSE standartlarının, birtakım hemşerilerin, hatta etnik grupların sol örgütler içerisinde eski öncelikli konumlarını kaybetmeye başladıklarını gördük. Belli kökenden ya da memleketten olmayan, ezilen ulusa, horlanan mezhebe mensup olmayan kişilerin, belli kimlik kategorileri içerisinde tanımlanmayan kişilerin de devrimci mücadelede yer alabileceği, solun içerebileceği kitlenin bunun dışında, daha geniş bir alana sahip olduğu görüldü.
Kuşkusuz ki bu olumlu bir şeydir.
Fakat Haziran ile birlikte farklı temayüllerin oluşmaya başladığını, ilericiliği kesinlikle sorgulanmayan, hatta sorgulanması dahi teklif edilemeyen kimliklerin, “TSE” standardı olarak karikatürize ettiğimiz kendinden menkul itibarlı kimliklerin yerini aldığı görülmektedir.
Kimlik siyasetinin şu an en önemli kompetanı açık ara Saray Rejimidir. Yeni bir sermaye sınıfı yaratma saikiyle iktidara gelen Saray Rejimi’nin sadece bu sınıfın desteğini alarak iktidarda kalması mümkün değil. Sadece popülist hamaset politikaları ile de bir yere kadar gidebilir. Ama asıl vurucu politika alanı, her gerici/sağcı siyasette olduğu gibi kimlik siyasetidir. Rengi ne olursa olsun, ister yeşil sermaye olsun, ister turuncu, ister mavi, burjuvazinin can simidi kimlik siyasetidir. Solun handikabı ise kurallarını sağ siyasetin yazdığı oyunda, kimlik siyaseti topuna girmeye çalışmasıdır.
Biraz daha açık konuşmak gerekirse…
“Eşit yurttaşlık” mücadelesinin iktidar sonrasına bırakılamayacak kadar önemli olduğu, en başta insanî gerekçelerle solun, devrimcilerin iktidar mücadelesinin bir bileşeni olduğu konusu artık tartışma dışıdır. Kitleselleşme saikiyle yoluna devam eden devrimci özneler “eşit yurttaşlık” mücadelesinin işçi sınıfının mücadelesinin bir parçası olduğunu reddetmiyor. Sol partileri “dışarıdan” bu şekilde görmeye çalışanlar görmek istemeseler de “eşitlik”i iktidar sonrasına bırakma temayülünden çoktan vazgeçti. Bilhassa Saray Rejimi’nin kendi ideolojik formasyonu dışında kalan kimliklere topyekûn bir saldırı yürüttüğü Türkiye’de, işçi sınıfı partisi “eşit yurttaşlık” mücadelesinin de öznesi olmalıdır. Bunda bir sorun yok. Fakat burada da başka bir sorunla karşı karşıya kalıyoruz: İşi ifrada vardırıp, eşit yurttaşlık mücadelesinin sınıf mücadelesinin önüne çekilmesi!
Tam da bu noktada ismiyle müsemma sınıf partisinde “sınıf”ın özne olmaktan çıkıp, “eşit yurttaşlık” mücadelesinin öznesi olan kimliklerin başında sadece bir sıfat olarak tanımlanması gibi bir durumla karşı karşıya kalıyoruz: “Partili X’ler”, “Partili Y’ler” ya da “Partili Z’ler…
Kuşkusuz ki işçi sınıfı partisi Saray Rejimi’nin baskısı altındaki X, Y, Z kimlikleriyle dayanışma içinde olmalıdır. Bu dayanışma göstermelik bir dostlar alışverişte görsün dayanışmasının da ötesinde olmalıdır.
Pekiyi bu nasıl olmalı? Formülü var mı?
Belki bir formülü yok ama güncele ilişkin çözümler üretecek bir kılavuzu var işçi sınıfının: Leninizm.
Leninizm “çelik çekirdek” parti kuramı değildir. Leninizm işçi sınıfının öncülük kuramıdır. Toplumsal devrime işçi sınıfının önderliğini tanımlayan kuramdır. Leninizm bir hobi de değildir. Sırf proleter devrimin büyük ustasına saygıda kusur etmemek için değer verdiğimiz bir kuram değildir Leninizm. İşçi sınıfı partisinin farklı formasyonlara sahip toplumsal hareketlerin, toplumsal grupların bir araya geldiği bir “meclis” olmasının önüne geçen, sınıf partisinin öncülük rolünün kuramıdır.
Sınıf partisinin görevi, “eşit yurttaşlık” temelinde şekillenen farklı toplumsal grupların partiyi sivil toplum meclisine dönüştürmek değil, başta dezavantajlı gruplar olmak üzere, iktidarın baskısıyla mücadele eden bu öznelere öncülük etmektir. “Öncülük”ten kastımız, “her şeyi ben bilirim”, “her şeyi ben yönlendiririm”cilik değil elbette, ama bu ithamlardan çekinildiği için sınıfın özne olmaktan çıkıp “sıfat”laşması sınıf partisinin kaderi de olmamalıdır.
Aksi takdirde, ülkenin her yerinde grevlerin, sınıf mücadelesinin yaşandığı bir döneme hazırlıksız yakalanmak bizleri şaşırtmamalı. Şu konjonktürde örneğin bir Trendyol ya da Yemeksepeti direnişine “müdahale” edemeyen, elektrik zammı protestolarına “müdahale” edemeyen bir sınıf partisi kader değil, seçenektir.
Yeni bir hakikatin şafağında olduğumuz bu konjonktürde sınıfın partisinin eylemde, örgütlenmede ve politika belirlemede sınıf yerine başka öznelere öncelik tanıması tarihin affetmeyeceği bir hata olacaktır.