Lanetin sonu
Dolukhanov’u okuyunca milliyetçiliğin ve etnik ayrımcılığın, basit iklim koşullarından doğan bir anlamsızlık olduğunu görüyor insan.
İleri’ye kitap yazıları hazırlamamın benim için en önemli getirilerinden birinin düzenli okumaya geçişim olduğunu daha önce yazmıştım. Zorunlu olarak, bir yazı bütünlüğü oluşturabilecek kitapları okuyorum iki haftalık süre içerisinde. Eskiden, İleri öncesi, böyle değildim; o anda canım ne isterse onu okurdum. Arada bir bu günleri özleyip, düzensiz okuma gayretim olmuyor değil ama bu kez de ‘diyalektiğin laneti’ devreye girip kitapları birbiriyle ilintilendiriyor(1). Ve açıkçası geri dönüş umutlarımı kırıyor. Son bir kez daha deneyeyim dedim:
Pavel Dolukhanov’un Eski Ortadoğu’da Çevre ve Etnik Yapı kitabı uzun süredir okunmayı bekliyordu rafta. Anlattığım gibi, yanına ekleyecek başka bir kitap bulamıyordum. Çünkü eski SSCB Bilimler Akademisi üyelerinden Dolukhanov’un kitabının benzerlerinden farkı, Paleolitik dönemden neolitiğe geçişi ağırlıklı olarak coğrafya üzerinden tartışmasıydı ve benim okuma konularıma biraz uzak kalıyordu.
KÜNYE: Eski Ortadoğu’da Çevre ve Etnik Yapı. Pavel Dolukhanov, İmge Yay., Çev.: Suavi Aydın, 1998. Fiyatı 245 TL.
Ortadoğu’nun insanın evrimindeki özel önemi zaten bilinen bir gerçek. Artık insansıların Afrika’dan buraya geldiklerini de biliyoruz. Bunların sonucunda bölge besin üretimi ekonomisiyle önemli hâle gelip, ‘neolitik devrimin’ kilit noktalarından biri olur. İklim ve/veya coğrafya ve buna bağlı olarak “istikrarlı besin kaynağının elde edilebilirliği ve bu kararlılık hâlinin belirli bir biçimde artışı, tarım devrimine atılan ilk adım olmuştu. Çiftçiliğe geçişin ilk sonuçlarından biri iletişimin daha da artması ve paylaşılan bir ortak ata ideolojisine dayanan daha geniş kültürel grupların ortaya çıkışı olmuştur.” Elbette üst Paleolitik dönemde etnik farklılıkların olduğu söylenemez ama neolitik devrimle birlikte dil ve kültür ayrışmaları yaşanmaya başlar. Sonrası, etnik sınırları koruyan devlet yapısıdır. Yani aynı grubun birbirine yakın ama iklim açısından farklı yerlerde tarıma başlamaları (Ortadoğu buna olanak sağlıyordu) ve arkasından kendi üretimlerini korumak için içe kapanmalarıyla başlayan süreç, sonrasında etnik farklılıklara dönüşmüştü. Dolukhanov’u okuyunca milliyetçiliğin ve etnik ayrımcılığın, basit iklim koşullarından doğan bir anlamsızlık olduğunu görüyor insan.
Dolukhanov Ortadoğu’yu, Anadolu ve Batı Kafkasya’yı da içine alıp, genelde düşünülenden daha geniş, olarak tanımlıyor. Bu arada bölgede yetmiş yıldan fazla süren SSCB’nin etkin olduğu alanda etnik çatışma olmadığını da anımsamakta yarar var.
Haftanın ikinci kitabı, yine bir süredir beklettiğim, Bilim Kavramı Sempozyumu Bildirileri idi. 1984 yılında düzenlenen ve dört konuşmanın yapıldığı etkinlikte, bilim tarihi perspektifi içinde ve felsefi açıdan bilim konusu tartışılıyor. Kırk yıl öncesinde belki ilginç olabilir ama sonrasında konu çok tartışıldığı için, hatta konuşmacılar da bu konuda çok yazdığı için, 2022 yılında okunması pek gerekli olmayabilir derken, Aydın Sayılı’nın şu sözlerine yakalandım: “İnsan, şehir ve kasabalar kurmaya başlayınca ve bu gibi ilkel toplumlarda işbölümü şartları gerçekleşince çeşitli faaliyet grupları ve meslek müntesipleri arasında emek değerlendirmeleri ve trampa usulleri ihtiyacı baş göstermiş, ölçü, tartı, arsa ve hacim ölçümleri ile hesaplama işlemleri aritmetik ve geometri bilgisi gereksinmelerine yol açmış, bu ihtiyaç ölçüleri giderek artıp çeşitlenmiştir.” Diyalektiğin laneti yine işliyordu, bilim kavramı tam da Sayılı’nın anlattığı yerde Dolukhanov’un kitabına bağlanmıştı!
KÜNYE: Bilim Kavramı Sempozyumu Bildirileri. Ankara Üni., Yay., 1985. Sahaflarda 10-30 TL arası.
Üçüncü kitap zaten ikinciye bağlıydı ve yapacak bir şey yoktu: Bilim Merkezleri Değerlendirme Raporu. Bu bir teslimiyetti benim için. Neyse, TÜBA’nın hazırladığı bu kitap Türkiye’deki altı bilim merkezinin durumunu değerlendirip, gelecekte ne yapılması gerektiğini tartışıyor.
Bu tip merkezlerin esas işlevi bilim kavramını halka tanıtmak, bilime merak yaratmak ve merak ettiklerinin yanıtını vermek. Aslına bakılırsa bilim merkezlerini ve bilim müzelerini beraber ele almak gerekir. Farkları, müzeler daha çok nesnelerin statik gösterimine odaklanırken, bilim merkezleri daha etkileşimli etkinliklere yönelir. Amaçları arasında, bilimin çok özel insanların gerçekleştirdiği çok özel bir iş olmadığını, herkesin değişik derecelerde bilim üretimine katkıda bulunabileceğini göstermek de olmalıdır.
Ne yazık ki Türkiye’de bu tür merkezlerin sayısı az, kapasiteleri de düşük. Bazılarını gidip görmüştüm; yurtdışındakilerle karşılaştırdığımda pek ilgi çekmediklerini düşünmüştüm. Belki bu merkezlerin eşgüdümü sağlanıp, deyim yerindeyse güçleri birleştirilebilirse, kısa vadede daha işlevsel hâle gelebilirler. Bu arada, hayata geçti mi bilmiyorum ama, TÜBA’nın ‘Bilgi Materyalleri Üretim Merkezi’ düşüncesi çok yerinde bence.
KÜNYE: Bilim Merkezleri Değerlendirme Raporu. TÜBA, 2019. Satılmıyor, Akademiden istenebilir, sitelerinde pdf si var.
Diyalektiğin lanetini kırmanın tek bir yolu olduğu artık açıktı; asla bilime ve/veya Dolukhanov bağlanamayacak bir kitap bulabilmek için önkoşul, o kitabı daha önce okumuş olmamdı. Elbette bu koşul yetmezdi, tekrar okumak istemem, hatta heyecan duymam da gerekiyordu. Faust, tüm bu istemlerime uygun gibiydi. Doğruymuş; yine heyecan duydum, yine keyiflendim ve bu yazı için hepsinden önemlisi yazmaya değecek bir bağlantı kuramadım.
Böyle bakınca her şey yoluna girmiş gibi gözükse de Goethe ve Faust hakkında konuşmak gibi zor, daha doğrusu benim için biraz (yok, birazdan biraz fazla) haddimi aşan bir konu olduğunun tedirginliğini de yaşamadım değil. Neyse, yapacak bir şey yok, madem ‘ne okursam yazacağım’ dedim, o zaman başlamalıyım:
Goethe 1749-1832 yılları arasında yaşamış. Yani Fransız Devrimini görmüş, sanayi devriminin ilk belirtilerini izlemiş. Beethoven, Byron, Marks, Hugo, Lamarck’ın çağdaşı. Denilebilir ki, son büyük entelektüel kuşağının bir parçasıdır Goethe. Ve bu kuşağın bir özelliği de çok farklı alanlarda üretken olabilmeleridir. Goethe de edebiyatçı olmasının yanı sıra bir doğa bilimcidir ve evrimin farkına varmıştır. Aynı zamanda jeoloji, osteoloji (kemik bilimi) ile de ilgilenmiştir. Bugün yanlış olduğu kanıtlanmış bile olsa fizik (ışık) konusunda da düşünmüştür. Üstelik tüm bu konulara ilgisi amatör düzeyde de değildir; kitaplar, makaleler yazmıştır.
Faust’un yazımı Goethe’nin tüm yaşamını almış. 18 yaşında başladığı eseri 65 yıl sonra, ölümünden ancak iki gün önce tamamlayabilmiştir. Böyle bakıldığında Goethe’nin tüm eserlerinin bir bileşimi olarak kabul edilebilir.
Ne denli lafı dolandırsam da olmuyor, Faust hakkında da bir şeyler yazmam gerekiyor. Bu satırları okuyanlarının önemli kısmının Faust’u okuduğunu biliyorum ve edebiyat tarihinin zirvelerinden birisi olduğundan kuşkum yok. Ancak bana kalırsa iyi bir oyun değil. Hatta kötü bir oyun! Goethe’nin Faust’u, sahneye konulması neredeyse olanaksız, on bin dizelik bir oyun. Sahnede uzun saatler boyu kalmayı gerektirdiği çok açık. Tiyatroda izlediklerimiz, ya başkalarının yazdığı ya da Goethe’ninkini kısaltılmış versiyonları. Demek istediğim, sanki oynanmak için değil de okunmak için yazılmış gibi.
Ancak ne için yazılmış olursa olsun, tanrıya bir oyuncu olarak sahnede yer vermesi, o dönemin aydınlanmasının eseri olsa gerek. Düşünün iki yüz yıl sonra Türkiye’de bu yapılabilir mi?
Yadırgadığım bir noktası da, duyguyu anlatırken, arka planındaki toplumsal nedenlerden uzak kalması. Elbette, bunu oyun yazımında başarmak, romandaki kadar kolay değil ama karşınızdaki Goethe olunca beklenti hep yüksek oluyor. Neyse, benim açımdan verimli oldu; hem laneti kırmak hem de Goethe okumak az bir kazanç olmasa gerek.
KÜNYE: Faust. Johann Wolfgang Goethe. Kitapçılarda çeşitli yayınevlerinden farklı çevirileri var. Fiyatları 45-100 TL arası.
Devam edeyim, yazıyı şiirle bitirmek her zaman iyi bir seçenek olmuştur benim için. Seçimim, yine uzunca bir süredir beklettiğim, Avram Ventura’nın Beş Yüz Dallı Akasya’sı idi.
KÜNYE: Beş Yüz Dallı Akasya. Avram Ventura, Broy Yay., 1993. Sahaflarda 4-60 TL arası.
Doğrusunu söylemek gerekirse başlangıçta, ilk bölümde (Beş Yüz Yıl Aydınlığı) kitap pek sarmadı. Ne not etmemi gerektiren bir dize ne de yeni bir biçim veya daha doğru deyimle, anlatım olanağı zorlaması görebildim. Benim için bu ikisi de şiir okurken çok önemlidir. Bu arada kitabın üçte ikisi bitti. Sanırım daha önce yazmıştım; bitirmeden bıraktığım kitap çok azdır. Ne denli sıkılsam da, ne kadar keyif almasam da sanki geri kalan sayfalarda aradığım cümleyi, dizeyi, sözü bulacakmışım sonra her şey değişecekmiş duygusundan kendimi bir türlü kurtaramam ve kitabı bitiririm. Tahmin edebileceğiniz gibi, genellikle umduğum olmaz ama en azından aradığımın nerede olmadığını bilirim. Ventura’da süreç böyle işlemedi; ikinci bölümün başlangıcında gümbür gümbür “İspanyol Bayrağına Kan Sıçradı” şiiri geldi:
“Gölgeler usulca çekilir yolumuzdan
Biliyoruz kaçmak boşuna
Suç kazındı alnımıza/ doğmuş olmak”
Ve son bölüm: ‘1492-Kadiz’den İstanbul’a’. Her şey yerli yerine oturmuş oldu. Meğer Ventura 1492’deki İspanya’dan Osmanlı’ya Musevi göçünü tersten anlatıyormuş.
Biliyorsunuz 1492’de Museviler, Nazi döneminden aşağı kalmayan, bir baskıyla karşılaşmışlardı. 31 Mart tarihli Elhamra Kararnamesiyle, İspanya’da yaşayan Musevilerin yanlarına altın, para vb. değerli eşyalarını almadan ülkeyi terk etmeleri istenmişti. Verilen süre sonunda da ülkeyi terk etmeyenler idam edilecekti. Önce Avrupa’nın çeşitli yerleri ve Kuzey Afrika’ya göç başlamışsa da, gelen haberler iç açıcı değildi, Museviler hiç de dostane bir biçimde karşılanmıyordu. Bu sırada Osmanlı’nın iş ve vatandaşlık hakkı tanıdığı duyuldu ama Osmanlı İmparatorluğu uzaktı. Buna karşın özellikle zanaatkâr, tüccar ve bilim insanlarının başını çektiği bir grup Osmanlı İmparatorluğu'na yöneldi. Bu göç, Musevilere nefes aldırırken, Osmanlının da yükselme döneminde gereksindiği kalifiye insan gücünü sağlıyordu. II. Bayezid’in “Bu Kral'a nasıl 'akıllı ve uslu Fernando' diyebiliyorsunuz? Kendi ülkesini yoksullaştırıyor ve benimkini zenginleştiriyor.” dediği söylenir. İspanya elbette çok şey kaybetti ama ne yazık ki uluslaşma süreci hep sancılı oluyor ve geride pek çok acı bırakıyor…
Avram Ventura ile bitireyim:
“Beş yüz yılı aşan söz
Bilenmiş sevgi
Dilimde dize”