KHK’larla birlikte binlerce akademisyenin “memuriyet”ten ayrılması aslında yeni bir akademik sürece işaret ediyor: Yıllardır bilim yapıyormuş gibi görünen akademisyenler için gerçek bilim aslında tam da burada, memuriyetten kurtuldukları yerde, hayatı yeniden sorguladıkları, özgürlük için mücadele ettikleri yerde başlıyor. Küllerinden doğan Zümrüdüanka kuşu misali, şu karanlık dönemde bilimin ışığı yine yolumuzu aydınlatacak. Prometheus ise ateşi yine özgürlük için mücadele edenlere getirecek.
Geçtiğimiz hafta 7 Şubat’ta yayınlanan son KHK ile beraber 330 akademisyen daha üniversitelerden atıldı ve 15 Temmuz 2016’dan bu yana yayınlanan 5 KHK ile beraber 112 üniversiteden ihraç edilen toplam akademisyen sayısı 4811’i buldu. Böylesi bir kıyım ne 12 Eylül’de, ne de 12 Mart’ta yaşanmıştı. Zaten uzun bir zamandır AKP iktidarını 12 Eylül’le falan karşılaştırmıyoruz, referans noktamız artık Nazi Almanyası.
Ortalama bir üniversitede, ders geçmek için hazırlanılan raporlardan bile daha kötü yüksek lisans ve doktora tezleriyle diploma ve unvan alan sözde hocaların doldurduğu tabela üniversitelerinin üniversite desenini oluşturduğu ülkemizde, atılan hocaların çoğu tabii ki o sözde hocalardan değil. Üniversitelerden atılan hocalarımızın çoğunun bilimin hakkını vererek o kürsülerde yer aldığını biliyoruz. Bu hocalar artık o kürsülerde değil…
“O” taraftan bile vicdanının sesine yenik düşenlerin son çıkan KHK’lerle ilgili rahatsızlıklarını cılız da olsa dile getirdiklerini okuyoruz sağda solda.
Memleketin ve akademinin ahvali buyken, sadece sosyal medyada “üzgün” olduğunu belirtmekle kendini teskin eden, bunun ötesine geçmeyen, geçmekten çekinen akademisyenleri de acı bir tebessümle takip ediyoruz. “Acı” bir tebessüm… Öncelikle bu arkadaşlar yavaş yavaş sıranın onlara geldiğinin farkında değiller. Sosyal medyada çok fazla dalgaya aldığımız Nazi Almayasındaki rahibin sözlerinin “caps”ini harıl harıl paylaşan Sözcü okuru amca ve teyzeler kadar bile durumun farkında değiller. Bir de hâlâ üniversitede bilim yapılacağına inanıyorlar!
Bilimin ön koşulu özgürlüktür! En temel özgürlüklere bile sahip olmadığınız bir yapıda yaptığınız bilim değil, sadece papağanlıktır.
Bilim yapılamayan üniversitede çalışmak artık akademisyenlik değil, devlet memurluğudur. Ekmek parası... “Çoluk çocuğuna ekmek götürme” mefhumunun her şeyi sessizce onaylamayı meşrulaştırdığı dönemi çoktan geçtik artık. Atılan arkadaşlarımız da çoluk çocuk sahibi, ev kirası ödeyen, hayatını devam ettirmek için para kazanmak zorunda olanlardı. Ama akademisyenin meslek etiği daha üç sene önce “simit sat onurlu yaşa” diye laf soktuğumuz polisin meslek etiğiyle eşitlenmemeli.
Üniversitelerde kalan arkadaşlarımızda ciddi bir tedirginlik var. İş kaybetme tedirginliğinden çok, üniversitelerden atılan arkadaşlarımızla yüz yüze gelme tedirginliği.
Üniversitelerden atılan tanıdıklarımızla, arkadaşlarımızla görüştüğümüzde, bir araya geldiğimizde ise en çok dikkatimizi çeken şey, dirayetli, onurlu duruşları bir yana, yüzlerindeki mutluluk. Üniversiteden daha atılmamış olan ama atılan arkadaşlarından desteklerini esirgemeyen arkadaşlarla bu mutluluğu paylaşmak ise dayanışmanın o büyük gururu!
Arkadaşlarımıza bir dinginlik, huzur, zihin açıklığı hâkim. Sanki işten atılmamışlar da, yıllık izinlerini kullanmak üzere Maldivlere tatile gidiyorlarmış bir mutluluk var yüzlerinde.
Ağır bir yükün altından kurtulmanın mutluluğu.
Artık bilim yaparmış gibi yapmak zorunda değiller.
Üniversite uzun bir süredir yoktu zaten ve biz sadece sanki varmış gibi yapıyorduk. Geçtiğimiz Temmuz ayında Aslı Vatansever ve Meral Gezici Yalçın’ın hazırladıkları “Ne Ders Olsa Veririz: Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü” başlıklı kitabı okuduktan sonra akademisyenlere bu kitabı kesinlikle okumamalarını önermiştim. Bilim yaptığına, toplum yararına çalıştığına inanan homo academicus şayet bu kitabı okursa ciddi bir bunalıma girebilirdi.
Türkiye’de uzun süredir akademide bilim yaparmış gibi yapıyorduk. Hele ki sözde vakıf üniversitelerinde durum daha vahimdi ama biz “kutsal” mesleğimizi yapmaya, “ahlaki kaygılarımızı erteleme” pahasına devam etmekten gocunmuyorduk. Israrla yaptığımız işi memuriyet değil “akademisyenlik” olarak tanımlamaya devam ediyorduk ve etrafta olan bitenin farkında bile değildik. Ne acıdır ki, dersliklerde “toplumsal sınıflar”ı anlatırken kendi sınıfsal durumumuzdan bîhaberdik. Vakıf başkanının ya da dekanın iki dudağının arasında olan yıllık sözleşmelerle bu kutsal işe devam eden homo academicus yaptığı işten kazandığı parayla hayatını idame edemese bile, mesleğin kutsallığından dolayı bu çileli hayatına devam etmekten adeta uhrevî bir keyif alıyordu. Hâlbuki “Akademik/bilimsel üretim bir teselli değil, gerçekle yüzleşme faaliyeti olmalıdır”.
Üniversitelerden atıldıkları halde yüzlerindeki umutlu gülümsemeyi eksik etmeyen arkadaşlarımızın rahatlıklarının nedeni bu. Artık memuriyet koşullarına bağlı kalmadan bilim yapabilecekler. Bilimin ön koşulu ise soru sormak ve sorgulamak. Bu ise ancak ve ancak özgür bir ülkede mümkün.
İşte tam da bu yüzden aslında şu an Türkiye’de akademi özgür bilime her zamankinden daha yakın.
Özgür Dirim Özkan’ın İleri Portal’dan önce yayınlanan yazıları için:
http://yugoslavyayazilari.blogspot.com.tr/
Bazı yazıların İngilizce çevirileri için:
http://lettersfromyugoslavia.blogspot.com.tr/