Altmışını geçmiş dahiliye uzmanı bir doktor ile yine aynı yaşlarda bir avukat konuşuyorlarmış. Uzman doktor da karpuza fena düşkün. Yazın en sıcak günleri, tabii söz dönüp dolaşıp karpuza gelmiş. Avukat cin gibi! Birden soruyu patlatmış arkadaşına: “Söyle bakalım” demiş, “Karpuz fideden mi yetişir çekirdekten mi?” Hani yanıtını kesinkes bildiğimizi düşündüğümüz ama birdenbire karşılaşınca, o bildiğimizi düşündüğümüz yanıtı veremeyince bir şaşkınlık anı yaşar, kem küm etmeye başlarız ya işte doktor da böyle bir ruh hali içinde bakıp kalmış avukatın yüzüne. “Ne ne ne demek yani demiş” kekeleyerek “Tabii ki çekirdekten yetişir.” Bu kararsızlık, bu ikircimli ruh halini hemen yakalamış avukat belki de mesleği gereği ve üzerine gitmek için atılmış yeniden: “Peki” demiş, “çekirdekten yetişiyorsa, çekirdeksiz karpuz nasıl oluyor?” İhtiyar dahiliyeci bu ikinci darbeyi de alınca ayakta kalmak için ringin ipine tutunmaya çalışan bir boksör gibi bakakalmış. Bir yandan da yanıt vermesi gerektiğini şiddetle hissettiğinden “A tabii” demiş, “ben hiç böyle düşünmemiştim. Haklı olabilirsin, karpuz fideden yetişebilir” . Ve o gün bugündür bizim doktor yazın en sıcak günlerinde yediği buz gibi karpuzun “fideden” yetiştiğine inanıyormuş. Hatta bazı zamanlar avukat arkadaşının akıl yürütmesiyle insanları karpuzun fideden yetiştiğine inandırmaya çalışıyormuş.
Hikâyeyi dinleyince şaşırmadım desem yalan olur. Şaşırdım çünkü “karpuzun fideden yetiştirildiğine” inandırılan adam doktor. Belki de insan yaşamının en kritik saniyelerinde rol almış, insanları hayatta tutmak, onları sağlıklı yaşatmak için “yemin” etmiş bir adam. Neyinizi emanet edebilirsiniz ki böyle birine; kaldı ki canınızı emanet edeceksiniz. Hadi bunları geçtim, çünkü bir insanın neyi bilip neyi bilmediği, ne kadar bildiği, onun neye inandığına yada neye inandırılabileceğine bir neden oluşturmuyor. Örneğin yapılan bir anket üniversite öğrencilerinin bir çoğunun “yıldız fallarına” inandığını ortaya çıkarmıştı. Düşünebiliyor musunuz geleceğin matematikçilerinin, fizikçilerinin, kimyacılarının, doktorlarının durumunu? Bilmiyorlar mı? Biliyorlar. Öyleyse öğrenilenden çok, daha başka şeyler insanın bilgi dünyasını etkileyebiliyor. Bilgi ile inanç arasındaki uçurumun derinliği belki de, sürekli olarak savladığımız gibi insanlar açısından bir sorun oluşturmuyor ya da oluşturuyor ama insanların bu sorunu çözmek için düşünecekleri yerde uçurumun üstünü kapatmayı tercih ettikleri açık. Uçurum kapanmıyor. Üstü dal parçalarıyla örtülüyor sadece. Ormanda avlanmak için açılan çukurlar gibi bir zihin ve bir gün gelip biri dal parçalarının, yaprakların üzerine basabiliyor. Bütün bir kapitalist zihnin böyle şekillendiğini düşünüyorum. Devamlı tuzaklar kurup insanların içine yuvarlandığı tuzaklar. “Tuzak zihinler.”
İnsan aklı böyle açık bir yara gibi durdukça, o avukatınkine benzer akıl yürütmelerle onları her türlü saçmaya inandırmayı başarabiliyorsunuz. Ortaya çıkmış her hangi bir olgunun temellerinin nerelerde yattığını bilmeden, sorgulamadan inandırabiliyorsunuz insanları. İlişki kuramayan insan aklı boğuluyor. Dahiliyeci bilmese bile karpuzun çekirdek yetiştiğini, “Avukat Efendi, koca karpuzu tutacak dal nerede, fide nerede, ağaç nerede” diye soramıyor.
Zihin toplumsal bir mekanizma olduğu ve öyle biçimlendiği için, verili bir bilinçten beklenmeyecek eylemlerde bulunması mümkün olmuyor. Bazen bazı zeka pırıltılarını andıran ışıklar görülebilse de tarihin içinde bir yıldız kayması gibi kaybolup gidiveren şeyler oluyor. Karpuzun fideden yetiştiğine inanan doktorun bir insanın hayatını bir kere tesadüfen kurtarabileceği gibi şeyler. Örneğin yine böyle biçimlenmiş zihinlerin oluşturduğu bir toplumsal yapıda, akşam televizyonda röportaj veren ülkenin başbakanı IŞİD adlı dinci katliam makinesini, (Tek tek yarattığı vahşeti yazmayayım...) şu sözlerle aklayıp paklıyor: “Herkesin saygı duyduğu IŞİD'in de üzmek istemeyeceği bir kesim var...”
Çelişkilerin üst üste bindiği, habire birbirini beslediği bir zamandan geçiyoruz: “Söz” oluyor her şey ama “sözler” inandırıcılıklarını yitirmiş, işaret ettiklerinin kapsamından çok uzaklara savrulmuşlar, ama yine de bütün içeriksizliğiyle bizi birbirimize bağlamaya devam ediyorlar. Görüntüler dolduruyor dolayımızı ama bütün bu görüntülerin tam olarak ne olduğunu bilemiyoruz. “Tarih tarih” diye inliyor ülke ama tarihimiz dediğimiz somut ve soyut bütün yapılar rant kapılarına dönüyor, Osmanlı arşivlerini su basıyor, müze müdürü evine taht kaçırıyor. Sanat ülke tarihinde hiç görülmediği kadar ülke gündemini meşgul ediyor. Bir gün heykellere saldırı oluyor konumuz, bir gün film, bir gün bir fotoğraf, bir gün bir resim, bir gün bir şiir ama sanat “hayatımızdan” hiç konuşulmayıp gündem olmadığı zamanlardan çok daha fazla çıkıp gidiyor. Vicdan oluyor giderek dönemin en büyülü kavramı. Herkes, her toplum uğradığı zulme karşı karşısındakini “vicdan”lı olmaya çağrıyor. Vicdan içimizde saklanıp kaldığı yerden bir türlü başını çıkaramıyor. Herkes vicdanlı, herkes hassas, herkes duyarlı ama katliam ve zulüm dünyayı tutuyor.
Karpuz fideden yetişiyor hocam, fideden...