Şu okuduğumu unutma işine epey bir taktım. Bir süredir bunun romanlarla sınırlı olduğunu düşünüp, en azından kendimi çok kötü hissetmiyordum. Hele bir de Avram Ventura’nın İzmir Life dergisindeki son yazısında, “Kimi zaman kitaplığa elimi atıp kitaplardan birini aldığımda, içeriğinin tümüyle aklımdan çıkmış olduğunu hayretle görüyorum. Sonra da, yoksa ben bütün bunları boşuna mı okudum, diye düşünmeye başlıyorum” dediğini ve unutulmuş olsa bile, “Okuduklarımın düşünce ufkumu geliştirdiğini söyleyebilirim” (1) diye yazdığını görünce iyice rahatladım. Ta ki, geçtiğimiz günlerde Şevket Süreyya Aydemir’in Enver Paşa incelemesini okuyana kadar. Yine dehşetle fark ettim ki, çok az şey anımsıyorum. Şimdi, bu durumun bana özgü olmadığını söyleyecek birini arıyorum.
Enver Paşa üç cilt, 1600 sayfanın üzerinde devasa denilebilecek boyutlarda bir inceleme. 60 yıllık bir dönemi anlatıyor ama anlattığı kişi Enver Paşa. Makedonya dağlarından, İttihat ve Terakki’ye, Hareket Ordusundan, hükümet darbesine, Afrika’dan, Orta Asya’ya, saraya damatlıktan Komünist Enternasyonale dur durak bilmeyen bir koşuşturmaca. Zaten “Mefkûre’yi gerçekleştiremeyince, gerçeği mefkûre edinmekten başka çare yok” diyen bir pragmatist. Lâfı iki yere getirmeye çalışıyorum: birincisi, bunca ayrıntı arasında yıllar içerisinde unutmam olağan karşılanabilir; ikincisi böyle bir kitabın tanıtımı bile ince bir kitap boyutlarına ulaşacağı için, içinden sadece küçük bir noktayı seçmem yadırganmayabilir.
Enver Paşa’yı ortaya çıkaran koşullar tam da Abdülhamid dönemine denk gelir. Hani günümüzde “ulu hakan” olarak yüceltilen, sağa sola ismi verilen, dönemi neredeyse “asr-ı saadet” ilan edilecek olan II. Abdülhamid. Peki, durum gerçekten de böyle miydi? Şu günlerde o dönemin yoğun bir övgüsü yapıldığı için soru bence güncel ve önemli.
Tek bir cümleyle özetlemek gerekirse, bu dönemde Osmanlı’nın dışa bağımlılığının en üst düzeye ulaştığı, özgürlüklerin yok edildiği, aydınlar üzerinde olağanüstü baskıların uygulandığı, Osmanlı’nın ciddi toprak kayıplarına uğradığı (ki bunu bazıları çok önemser) söylenebilir.
Gerçekten de, Meşrutiyet II. Abdülhamid zamanında fiilen kaldırılarak çok ağır bir monarşi rejimi uygulanmıştır. Osmanlı’nın belki de ilk aydını kabul edilebilecek Mithat Paşa, Taif zindanında boğdurulmuştur. Bu cinayetle birlikte Mithat Paşa’nın önderliğini yaptığı Meşrutiyet’in, yenileşme ümit ve çabalarının da sonu gelmiştir. Kurulan “Jurnalcilik” sistemi ile sadece aydınlar değil, tüm halk baskı altındaydı. Herhangi bir kişi hakkında elde kanıt olmaksızın ihbar (jurnal) yapılabiliyor ve artık aksini kanıtlamak suçlanan kişiye kalıyordu. Öyle ki, Üsküdar’da kulübesinin bahçesinde topraktan çanaklar yapan bir kişi yaptıklarının bomba olabileceği kuşkusu ile ihbar edilmiş, adamın aklanabilmesi için üç aydan fazla süre geçmesi gerekmişti. Kimse kalkıp da “bunlar bomba değil çanak” diyemiyordu. Saraya yazılan jurnallerin kimi günler 5000-6000’e ulaştığına dair kayıtlar vardır.
Hadi ilginç bir jurnal öyküsü daha aktarayım: “Sadrazam Halil Rıfat Paşa bir gün Babıâli’den Nişantaşı’ndaki evine giderken, rahatsızlığının verdiği bir sıkışıklıkla küçük ihtiyacını gidermek için Galata karakoluna girmek zorunda kalır. Karakoldakiler şaşırırlar ama sadrazama tuvaletin yerini gösterirler. Fakat sadrazamı takip eden hafiyeler hemen saraya haber uçururlar, sadrazam gözaltına alınıp saraya getirilir ve sorguyu bizzat padişah yapar. Fakat cevaplar ve sebep Abdülhamid’i tatmin etmez. Nihayet ihtiyar sadrazam saygı ile bağladığı ellerini çözerek, paltosunun eteklerini açmak ve pantolonunun paçalarındaki ıslakları göstermek zorunda kalır. Padişah bu hareketi yadırgamaz. İncelemelerini yapar. Ama sorgular bitmez. Sadrazam sarayda alıkonur. Evinden çamaşır, elbise getirilir. Ve soruşturma uzar gider”.
Tahmin edilebileceği gibi ekonomi de çok kötü durumdaydı. Devlet maaşları ödeyemez hale gelmişti. İsmet İnönü’nün dediği gibi, “İki ayda bir maaşını alabilen kendini şanslı hissediyordu.” Subaylar maaşlarını ancak yüzde yirmi beşe kırdırabiliyordu. Elbette, saray ve saraya yakın kişilere ödemeleri tam ve zamanında yapılıyordu.
Dışa bağımlılık öyle bir durumdaydı ki, ordunun gereksinimleri olan nohut, buğday bile Anadolu’dan getirilmiyor, Rusya’dan ithal ediliyordu. Hele “Orlando-Tubini davası” olarak bilinen bir olay vardır ki, ekonomik ve siyasi bağımlılığın nasıl beraber gittiğini trajikomik bir biçimde gösterir: Osmanlı’ya borç veren Orlanda ve Tubini adındaki iki Levanten alacakları zamanında ödenmeyince ticaret mahkemesine gitmek yerine Fransız hükümetine başvururlar ve bunun üzerine Fransız donanması 4 Kasım 1901’de Midilli adasını işgal edip, alacakları ödenene kadar da işgali sürdürür. Ödenen paranın miktarı ise Levantenlerin belirttiği kadardır. Zaten sonunda devlet, değil borçları faizleri bile ödeyemez hale geldi ve Muharrem kararnamesi ile iflasını ilan etti.
Söylendiği gibi II. Abdülhamid döneminde ülkenin imarı için de çok şey yapılmamıştır. Tüm saltanatı boyunca yaptığı inşaat faaliyeti, nüfus ve yüzölçümü olarak kıyaslanamayacak kadar küçük olan Bulgaristan’ınki kadar yoktu.
Askere gitmemek için de çeşitli yollar vardı. İlki günümüzdeki gibi, “bedel-i nakdi” denilen parasını ödeyenin askere gitmemesiydi. Buna ek olarak yerine bir başkasını göndermek de olabiliyordu ki akrabalarının boğaz tokluğuna çalışması karşılığında yoksullar ikinci kez askere gidiyordu.
Devlette terfi etmek için iki yol vardı: Ya saraya bağlanmak ya da nüfuzlu birine damat olmak. Sonuçta Abdülhamid devri böyle bir devirdi işte; eksiği var, fazlası yok. Sanki günümüzü anlatıyor gibiyim, değil mi?
Neyse, bu karanlık dönem Resneli Niyazi’yi, Mustafa Kemal’i, Enver Paşa’yı çıkarttı. Yine olmaması için hiçbir neden yok.